20 Kasım 2025 Perşembe

Bi Düğün Kameramanı


Bi Gan (Düğün Kameramanı)

Adam geçmişte ekmeğini kazanmak için düğün kameramanlığı yapmış ya, oymuş 1 saatlik kesintisiz planların sırrı.

Zaten tipe bakınca da tam bir düğün kameramanı tipi var. Hiç öyle sanat sepet tayfaya benzemiyor. Ama gözlerinin tam bebeğinde farklı bir şeyler olduğu belli.

Sinema okuluna falan da gitmemiş, sanat sinemasına da çok uzakmış. Sonra bir gün Tarkovski'nin Stalker (İz Sürücü) 'sünü izlemiş. Bir gün dediğime bakmayın, günlerce sürmüş. Neredeyse dakika dakika. "Çok sıkılıyordum ama bırakamıyordum da" diyor.

O günlerini düşünün, elinde bir kamera, tanımadığı insanların en mutlu günlerini kaydediyor. Gelinle damadı takip ediyor, masaların arasında dolaşıyor, pistte oynayanları, kenarda sıkılıp sigara içen amcaları izliyor. "Kesme" yapma lüksü yok; hayat akıyor ve o, bu akışı bölmeden, kamerayı bir misafir gibi kalabalığın içinde gezdiriyor.

Bilirsiniz, düğün videolarında hayat kurgulanmaz, olduğu gibi akar. İnsanlar rol yapmaz, sadece yaşarlar. Onun filmleri de kesintisiz akıp gidiyor. Film bittiğinde eski bir düğün videosunu izleyince ne hissederseniz, tam olarak aynısını hissediyorsunuz.

Bir de şunu söylemeden edemeyeceğim: Filmlerinde rüyaların veya hatıraların olduğu sahneleri, hiç görüntü oyunlarına girmeyip, şimdiki zaman gibi gösteriyor ya, işte ona bayılıyorum. "Rüyalar ve hatıralar da bugünün içindedir ve gerçektir" diyor, gibi geliyor bana. Sonuçta sadece düğün kameramanı değil, yönetmen, senarist, fotoğrafçı ve şair.
  • 2010 – Guang Sui Ying Dong Öğrenci Film Festivali, Birincilik Ödülü (South)
  • 2013 – 19. Hong Kong ifva Ödülleri, Asian New Force: Özel Mansiyon (Diamond Sutra)
  • 2015 – 52. Golden Horse Ödülleri, En İyi Yeni Yönetmen (Kaili Blues)
  • 2015 – 52. Golden Horse Ödülleri, FIPRESCI Ödülü (Kaili Blues)
  • 2015 – 52. Golden Horse Ödülleri, Asian Cinema Observer Öneri Ödülü (Kaili Blues)
  • 2015 – 68. Locarno Film Festivali, En İyi Çıkış Yapan Yönetmen (Kaili Blues)
  • 2015 – 68. Locarno Film Festivali, En İyi İlk Film – Özel Mansiyon (Kaili Blues)
  • 2015 – 37. Nantes Üç Kıta Festivali, Montgolfière d’Or (En İyi Film) (Kaili Blues)
  • 2016 – Çin Film Yönetmenleri Birliği Ödülleri - Yılın Genç Yönetmeni (Kaili Blues)
  • 2016 – Asya Pasifik Sinema Ödülleri , Genç Sinema Ödülü – Özel Mansiyon (Kaili Blues)
  • 2018 – TOKYO FILMeX, Öğrenci Jüri Ödülü (Long Day’s Journey into Night)
  • 2018 – 55. Golden Horse Ödülleri, En İyi Görüntü Yönetimi (Long Day’s Journey into Night)
  • 2018 – 55. Golden Horse Ödülleri, En İyi Ses Efektleri (Long Day’s Journey into Night)
  • 2018 – 55. Golden Horse Ödülleri, En İyi Özgün Film Müziği (Long Day’s Journey into Night)
  • 2022 – 31. Philadelphia Film Festivali, En İyi Yönetmen Mansiyonu (A Short Story)
  • 2025 – 78. Cannes Film Festivali, Özel Ödül / Prix Special (Resurrection)


Rüya, hatıra ve gerçeğin tek bir uzun şiirde birbirine karıştığı film. (Zaman yok)


19 Kasım 2025 Çarşamba

Birisi

 



Sonbahar

R. M. Rilke, 1902

Yapraklar düşüyor, düşüyor uzaklardan,
Sanki göklerde solan uzak bahçelerden.

İstemeyerek, sanki reddeder gibi düşüyorlar.

Ve geceleri ağır dünya düşer
Bütün yıldızlardan yalnızlığa.

Biz de düşüyoruz, bak bu elime, düşüyor
Ve başkalarına bak: herkesin hali aynı.

Ama yine de vardır Birisi, ki bu düşüşü
Sonsuz bir yumuşaklıkla ellerinin içinde tutar.

Kuantum, emektir

Belki diyorum, bir gün, sadece reklam senaryolarımı değil de, hikayelerimi de filme dönüştürürler. 

O zaman şey olur, kendini gerçekleştirme. Acayip mutlu olurum. 

Belli mi olur. 

Hem neydi Kuantum? Emekti 😁

  • Kuantum = Sonsuz ihtimaller alanı
  Süperpozisyon: sistem aynı anda birçok ihtimaldedir.
  Her şey küpün içinden çıkar” metaforu
  • Gözlem, ihtimali belirginleştirir
  Gözlem yapıldığında sistem tek ihtimale “çöker”.
  “Ne istersek, odaklandığımız şey bize açılır” metaforu 
  • Odaklanılan ihtimal güçlenir
  “Enerjini verdiğin ihtimal büyür.”
  • Her parça bütünün bilgisini taşır
  Kuantum dolanıklık + holografik prensip:
  “Bir noktada evrenin tüm potansiyeli vardır.”
  • Küpün içindeki her yüzün farklı bir çözüm/evren olması metaforu  

Bir yazılım firması (B.) için yazdığım reklam senaryosu: 

B.’nin Quantum Küpü  (Kavramsal Tanım) 

“Quantum Küpü, 
belirsizlik dönemlerinde karar almayı sağlayan, 
çoklu olasılıkları aynı anda modelleyen,
B.’nin stratejik düşünme çerçevesidir.”

İçindeki 3 ana eksen:

1. Zaman Ekseni (Geçmiş → Şimdi → Gelecek)
  • Trend analizi
  • Senaryo üretimi
  • Zaman bazlı risk/etki öngörüsü
2. Olasılık Ekseni (Düşük → Orta → Yüksek Olasılık)
  • Olasılık haritaları
  • Veriye dayalı tahminler
  • Fırsat pencereleri
3. Etki Ekseni (Operasyonel → Finansal → Stratejik Etki)
  • Etki büyüklüğü
  • Kaynak optimizasyonu
  • ROI/Value skorları
Bu 3 boyut : Quantum Küpü

Ve her karar, bu 3 boyutun kesişiminde değerlendirilir.

B.’nin Quantum Küpü Neyi Sunar?

Klasik strateji 2 boyutludur (risk–fayda).

Quantum Küpü ise 6 yüz – 8 köşe – 3 eksen ile 
“çoklu gerçeklikleri” aynı anda analiz eder. 
Bu da B.’nin farkını oluşturur:

“Belirsiz dünyada tek bir doğrusal yol yok; 
en iyi yol, tüm paralel ihtimallerin haritalandığı 
Quantum Küpü ile bulunur.”


🎬 B. QUANTUM MANIFESTO — FİNAL GÖRSEL LİSTE

(52 saniyelik metinle birebir eşleşmiş, sahne sahne, görsellerin kesin listesi)

0:00 – 0:03 | SAHNE 1 – “Başlangıç / Işık Noktası”


Görseller:

• Tamamen karanlık bir boşluk
• Ortada tek bir mavi ışık noktası titreşiyor
• Hafif parçacıklar etrafta hareket etmeye başlıyor
• Sony CE Vision estetiğinde “sessiz doğuş”

Ana mesaj: “Her şey bir ihtimalle başlar.”

0:03 – 0:07 | SAHNE 2 – “Quantum Küpünün Doğuşu”



Görseller:

• Işık parçacıkları hızla birleşir
• 3D neon mavi Quantum Küpü oluşur
• Küpün yüzeylerinde ince veri çizgileri akar
• Küp yavaşça dönüyor

Ana mesaj: Sonsuz ihtimaller.

0:07 – 0:13 | SAHNE 3 – “Teknoloji Evrimine Dalış”



Görseller:

• Veri tüneline giren kamera
• Dijital ikiz simülasyonu (fabrika veya cihaz planı)
• IoT sensör verileri yanıp söner
• Yapay zeka grafik ekranı
• Kod yazan bir mühendis (ekranda küp yansıması)

Ana mesaj: Teknoloji insan için vardır.

0:13 – 0:20 | SAHNE 4 – “Sektör Portalları Açılıyor”

Quantum Küpü her yüzünde bir sektörü açar:


Görseller:

• Üretim: Robot kol, kıvılcımlar, otomasyon hattı
• Sağlık: Doktor holografik anatomi inceliyor
• Eğitim: VR gözlüğü kullanan çocuk
• Enerji : Türkiye/Avrupa haritası üzerinde neon veri hatları
• Tasarım → Ürün:
CAD ekranı → 3D prototip → gerçek ürün

Ana mesaj: Her sektörde hayatı kolaylaştırıyoruz.

0:20 – 0:26 | SAHNE 5 – “Analiz → Soru → Çözüm”


Görseller:

• Ekip holografik ekranda süreç problemi inceliyor
• Küpün içinde “sorunun” görsel modeli parlıyor
• Işık küpten dışarı çıkar → çözüm yolu belirir
• Küp “cevabı açıyormuş” gibi animasyon

Ana mesaj: Küp doğru soruya doğru cevabı açar.

0:26 – 0:33 | SAHNE 6 – “Çocuklar & Gençler / Gelecek”

Görseller:

• Parkta koşan çocuklar (sıcak tonlu ışık)
• Bilgisayar başında kod öğrenen kız çocuğu
• VR ile öğrenen genç
• Çocuğun gözünde ışık & teknoloji yansıması

Ana mesaj: Gelecek onlara dokunduğunda anlamlıdır.

0:33 – 0:40 | SAHNE 7 – “Toplumsal Fayda / Nesiller Arası Bağ”


Görseller:

• Genç birinin yaşlı birine yardım ettiği sahne
• Doğal ışık, sıcak renkler
• Yaşlı adamın gülümsemesi + gencin eli omzunda
• Toplum, iyilik, insan bağı vurgusu

Ana mesaj: Gerçek değer insana faydadır.

0:40 – 0:47 | SAHNE 8 – “Quantum Birleşmesi – İnsan + Teknoloji + Sektör”

Görseller:

• Quantum Küpü yeniden belirir

• Küpün yüzeylerinde dönen video kolajı:

Çocuklar
Üretim
Sağlık
Eğitim
Veri akışı
Yapay zeka

• Küp hızla döner, ışık yoğunlaşır

• Tüm dünya “küpte birleşiyormuş” gibi görünür

Ana mesaj: Gelecek insan + teknoloji birleşimidir.

0:47 – 0:52 | SAHNE 9 – “Final / B. Logo”

Görseller:

• Küp çözünmeye başlar
• Parçacıklar göz alıcı bir ışığa dönüşür
• Mısır mavisi tonunda B. logosu belirir
• Siyah + neon mavi arka plan
• Minimal, sessiz, güçlü

Ana mesaj:

“B.
Teknolojiyi, insanın geleceği için kullanan marka.”

18 Kasım 2025 Salı

Hayatta Kalma Becerileri


(Şiirsel kısa film taslağı)

AÇILIŞ

Kara ekran.

Yavaş yavaş beliren beyaz yazılar:

“Hayatta kalma becerileri:

Yemek. 
Ateş. 
Su. 
Barınak. 
Zihinsel dayanıklılık.”

Cümle silinir.
Karanlık çözülür.

Tek odalı, eski bir apartman dairesi.
Sabah.
Şehrin boğuk uğultusu içeride: 
uzaktan bir korna, 
ince bir matkap sesi, 
komşunun televizyonu, 
aşağıda kapanan bir dükkan kepengi.

Adam masada oturuyor.
Önünde yıpranmış bir kitap:
“Temel Hayatta Kalma Rehberi”.
Bazı satırların altı fosforlu kalemle çizili.

Kitabın sayfasına yakın plan:
Küçük, titrek bir el yazısıyla kenara düşülmüş not:

“Bu kitabı ne zaman almıştım?”

Kamera bu sorunun üzerinde bir an oyalanır.
Karanlığa hafif kesme.
Tek bir kelime belirir:

... YEMEK

1. BÖLÜM – YEMEK

Buzdolabı açılır.
İçeriden beyaz bir ışık taşar; 
oda olduğundan daha boş görünür.
Raflarda:
Yarım soğan, 
iki domates, 
ucu kurumuş bir peynir, 
küçük bir tereyağı parçası, 
yalnız bir limon.

Adam hiçbirini dramatize etmez.
Sanki bir envanter çıkarır gibi, tek tek bakar.

Mutfak masasında, açık kalan kitap:
Parmak şu satırda durur:

“Yemek:
En basit malzemeyle bile, bedenin devam etmesini sağla.
İsraf etme.”


Soğan doğranır.
Bıçağın tahtaya vurma sesi düzenli, neredeyse metronom gibi.
Arada dışarıdan geçen bir dolmuşun fren sesi karışır bu ritme.

Ufak bir tencerede yağ kızar.
Domatesler, soğanla birlikte tencereye düşerken, televizyonun ışığı duvarı yıkar geçer.
Ekranda kriz haberleri, savaş görüntüleri, seller, tartışma programları görünür, sesi kapalı.
Dünyanın gürültüsü, adamın mutfağında sadece ışık olarak dolaşır.

Adam basit bir yemek hazırlar.
Masanın üzerine koyar.
Oturur.
Yemeğin buharı hafif hafif yükselirken, kitap hala masadadır.
Göz ucuyla kitaba bakar, sonra tabağa döner.
Tabağın dibini ekmekle sıyırır.

Küçük bir an:
Sanki bir ritüelin son hareketi gibi, 
tabağın kenarına bastırır, sonra ağzına götürür.

Tabak boşaldığında, şehir aynı sesle devam eder.

Karanlığa kesme.

Tek kelime belirir:

... ATEŞ

2. BÖLÜM – ATEŞ

Akşam.
Şehrin ışıkları pencereden içeri dağılmış.
Karşı binanın balkonunda çamaşırlar kıpırdamadan duruyor; 
rüzgar yok.
Adam mutfakta ocağı yakmaya çalışır.
Bir, iki, üç kez.
Gaz sesi gelir, ama alev yok.
Çakmak tıklar, tıklar, tıklar.

Sessizlik uzar.

Kitabın sayfası:
Sanki kendi kendine açılıvermiş gibi, şu cümlede kalır:

“Ateş:
Isı, ışık, güvenlik.
Ateş yoksa, gece uzar.”


Adam çekmeceyi açar.
Eski, küçük bir kamp ocağı çıkar.
Yanında küçük, tozlu bir kartuş.
Elinde, iç mekânda ateş yakmanın tedirginliği.
Pencereyi hafifçe aralar.
Sanki içeride orman dumanı birikecekmiş gibi.
Ocağı yakar.
İlk alev bir an yükselir, yüzünü geri çeker.
Sonra alev sakinleşir; sabit, 
küçük bir mavi sarı karışımı.

Bu küçük ateş, mutfağın karanlık köşelerini yeniden çiziyor:
Duvardaki çatlakları, 
fayans arasındaki kirleri, 
camdaki lekeleri görünür kılıyor.

Adam sandalyeye oturur.
Ellerini alevin yakınında bekletir, 
ısınmak için değil, 
sanki ateşle tanışmak için.


Arka planda, komşu daireden bir kahkaha sesi gelir, 
hemen ardından televizyon jingle’ı.
Adam başını çevirmeden dinler.
Sonra gözlerini yeniden ateşe çevirir.

Masada duran mum.
Kibrit kutusu açılır, 
tek bir kibrit çöpü seçilir, 
usulca yakılır.
Mumda yeni bir ışık doğar.
Mutfakta artık iki kaynak var: 

kamp ateşi ve mum.

Kitabın sayfası rüzgarsız bir odada hafifçe titriyor gibi.
Gölge, harflerin üzerinden geçiyor.

Karanlığa kesme.

Tek kelime:

... SU

3. BÖLÜM – SU

Sabah.
Lavabo başı.

Musluk açılır.
İnce, halsiz bir su akışı… 
sonra kesilen bir nefes gibi durur.
Borulardan gelen boş “gluk” sesi odada yankılanır.

Adam şaşırmaz.
Bir süre musluğa bakar, 
sanki bir şey söylemesini bekler.
Sonra su kesikleriyle artık dost olmuş biri gibi, musluğu sessizce kapatır.

Mutfakta, kenarda duran plastik şişeler:
Bazıları yarım, bazıları boş.
Şeffaf bedenler, içinde azalan bir ışık taşıyormuş gibi.

Kitapta kısa, kuru bir cümle:

“Su:
Onsuz üç gün.”


Adam bir şişeden çaydanlığa az miktar su döker:
Kalanı dikkatle ağzını kapatır.
Diş fırçalarken, ağzını çalkalamak için sadece iki küçük yudum kullanır, 
üçüncü yudumu yutar.
Kaybedilecek su yok; her yudum bir karar.

Dışarıda, sokak çeşmesi.
Küçük bir kuyruk.
Bidonlar,
damacanalar, 
rengarenk plastik kovalar.

Adam, elinde iki basit şişeyle sıranın en sonuna geçer.
Kimseyle göz göze gelmez.
Ama herkesin elindeki su kaplarını tek tek inceler; 
sanki ormandaki diğer canlıların kabuklarını, gövdelerini inceliyormuş gibi.

Sırada, önünde bir çocuk var.
Çocuk sıkılır, şişesiyle oynarken biraz suyu yere döküverir.
Annenin sabırsız sesi duyulur; 
ama sözcükler anlaşılmaz, 
sadece tonu kalır.

Adam, refleks gibi, 
kendi şişesinden biraz suyu çocuğun şişesine boşaltır.
Hesap yapmadan, ölçmeden.

Dökülen suyun yerde oluşturduğu küçük leke ile şişeye dolan yeni su, aynı sahnenin iki uç noktası.


Çocuk, teşekkür edip etmeyeceğini bilemez.
Kısa bir bakış, çekingen bir yarım gülümseme… yetmez bile.
Ama adam için bu, günün ilk insan temasıdır.
Çocuğun bakışında, farkında bile olmadığı bir “tanıklık” vardır.

Şehir uğulduyor, çeşme başında her kap biraz daha doluyor.

Karanlığa kesme.

Tek kelime:

... BARINAK

4. BÖLÜM – BARINAK

Koridor sesi.

Kapı çalar.

Kameraya gösterilmeyen bir yüz, kapının aralığından konuşur: 
ev sahibi, görevli ya da temsil ettiği her şey.
Biz sadece sesin titresini duyarız; 
kelimeler eksik, 
cümleler yarım kalır:

“...kira...”
“...süre doluyor...”
“...bina yenilenecek...”
“...bir ay içinde…”

Adam sadece dinler.
Konuşmaz.
Başını hafifçe öne eğerek, neredeyse görünmez bir “tamam” işareti verir.

Kapı kapanır.
Koridorun ışığı kesilir, 
ev yeniden kendi loşluğuna döner.

Kitapta, sayfanın ortasında, kısa bir paragraf:

“Barınak:
Dışarısı değişken.
Dayanıklılık içerde.”


Adam dolabın en üst rafına uzanır.
Tozlu bir çanta indirir.
Küçük bir kamp çadırı.

Salonda, televizyonun karşısındaki halının üzerine çadırı kurmaya başlar:
Direkler, 
kumaş, 
fermuarlar.
Her klik sesi, evin içinde yeni bir coğrafya yaratır.

Salon, bir anda ikiye bölünür:

Dış taraf; eski eşya, televizyon, koltuk.
İç taraf ; çadırın mavi/yeşil kumaşının ardında, küçük bir dünya.

Çadırın içine bir yastık,
ince bir battaniye,
kitap, 
küçük bir su şişesi, 
el feneri bırakır.

Bunu yaparken, sanki bir çocuk için saklanma yeri hazırlıyormuş gibidir.

Işıkları kapatır.

Çadırın içindeki fener yanar.
Kumaştan süzülen sarı ışık, odanın karanlığına yumuşak bir leke düşürür.
Dışarıdan bakınca, apartman dairesinin ortasında, 
şehir göğünde kaybolmuş küçük bir yıldız gibidir bu çadır.

Adam fermuarı çeker, 
içeride kaybolur.

Bir süre sadece şunları duyarız:

Uzak bir siren, 
komşunun çektiği sifon, 
binanın eski tesisatından gelen ince uğultu.

Sonra sessizlik.

Karanlığa kesme.

Tek kelime:

... ZİHİNSEL DAYANIKLILIK

5. BÖLÜM – ZİHİNSEL DAYANIKLILIK (FİNAL)

Sabah.
Çadırın içinde uyanan adam.
Fermuar yavaşça açılır.
Dışarıya hafif bir ışık sızar.
Perdeden içeri giren gün, şehrin bugün de uyumadığını hatırlatır.

Masa.
Aynı masa.
Bu sefer kitabın yanında bir defter var.

Adam oturur.
Kalemi eline alır.
Kitaba değil, deftere bakar.

Sayfanın en üstüne tarih yazar.
Altına kısa cümleler düşer; sanki kendi hayatta kalma rehberini yazıyormuş gibi:

“Şehirde hayatta kalmak için:
1. Yiyecek bul.
2. Biraz sıcaklık yarat.
3. Susuz kalma.
4. Kendine bir köşe kur.
5.  ”

Beşinci maddeyi yazmaz, kalem durur.
Cümle, havada asılı kalır.

Mutfağın sessizliğinde yalnızca duvardaki saatin tik takları duyulur.
Şehrin gürültüsü bile bir an geri çekilmiş gibidir.

Adam telefonunu eline alır.
Rehbere göz gezdirir; isimler akar:

“Bakkal, Eczane, Eski İşyeri, Banka Şube…”

Hiçbiri “aranacak kişi” gibi görünmez.
Hepsi bir tür hizmet, işlem, mecburiyet.
Telefonu masaya bırakır.

Defterdeki beşinci maddeye tekrar bakar.
Bir karar verirmiş gibi yavaşça kalkar.
Kapıya yürür.
Kapı kolunu tutan el, çok hafif titrer.
Ama geri çekilmez.

Kapı açılır.
Koridor.

Sessiz, boş gibi görünen koridorda, aslında küçük detaylar vardır:
Duvara dayalı bir süpürge, 
yere düşmüş eski bir broşür, 
tavandan sarkan örümcek ağı,
merdiven boşluğundan süzülen zayıf gün ışığı.
Karşı dairenin önünde yaşlı komşu, 
elinde bağlanmamış bir çöp poşetiyle eğilmiş durmaktadır.

Poşet ağzı kapanmaz, içindekiler çok hafif görünür: 
biraz sebze artığı, 
eski gazete, 
boş bir süt kutusu.

Adam bir an durur.
Bu an, filmin en uzun sessizliklerinden biridir.
İki insan arasında, henüz kurulmamış bir cümlenin süresi kadar.

Sonra basit, düz bir sesle:

“İsterseniz ben atayım.”

Kadın başını kaldırır.
Gözlerinde şaşkın ama abartısız bir yumuşama.
Sanki yıllardır apartmanda herkesin birbirinin yüzünü bildiği, 
ama kimse kimseye seslenmediği bir düzende,
ilk defa biri cümle kurmuştur.

“Olur… Sağ ol.” der komşu;

kelimeler çok az, ton sakindir.
Çöp poşeti el değiştirir.

Ellere yakın plan:
İki yabancı, ince bir naylon üzerinden ilk kez temas eder.

Adam merdivenlere yönelir.
Koridorda sadece ayak sesleri kalır.

Apartman kapısı açılır, 
dışarının ışığı anlık bir patlama gibi içeri doluverir; 
hemen ardından kapı kapanır, 
koridor yeniden loşluğuna gömülür.

Ama biz artık bu loşluğun içinde yalnızca duvarları değil, 
bir ihtimalin izini de görürüz.

Dışarıda, apartmanın önünde, 
adam çöp poşetini konteynere bırakır.
Boş eliyle cebini yoklar; 
hiçbir şey bulmaz, 
ama elini cebinde bırakır.

Kısa bir süre sokakta durur.

Şehir akmaya devam eder:
Otobüs durağında iki kişi konuşuyordur,
bir motosiklet hızla geçer,
uzakta bir siren.

Adam başını biraz kaldırır, 
gökyüzüne bakar.

Gökyüzü, 
kablolarla, 
antenlerle, 
balkonlarla bölünmüş olsa da, 
ordadır.

Yüzünde, fark edilmesi bile zor bir değişim:

Ne gülümseme, ne hüzün.

Sadece içeride bir yerin, 
çok az da olsa, gevşediğini hissettirir.

Kamera yavaşça uzaklaşırken, 
ses olarak yalnızca şu cümleyi duyarız
ve yazı belirir. 

bu bir iç ses mi, 
kitapta okuduğu satır mı, 
yoksa bizim uydurduğumuz bir ses mi, 
belli değildir:

“Hayatta Kalma Becerileri:

Yemek. 
Ateş. 
Su. 
Barınak.
Ve bir insan sesi.”

17 Kasım 2025 Pazartesi

Evdeyim, Ama ...

 

🎬Evdeyim, Ama... (Ich war zuhause, aber) - (2019)

Angela Schanelec:

"Ozu'nun filmlerini uzun zaman önce izledim. O filmlerde çok ama çok derin bir nezaket ve merhamet var. Karakterlerine bakış açısı ve onları filme alış biçiminde.

"Doğdum, Ama... " (Ozu'nun filmi) her zaman söylediğim gibi, en güzel film ismi.

Benim filmim olan, "Evdeydim, Ama..." da bu evrenin bir nevi küçültülmüş hali."







🎬Doğdum, Ama ...(I Was Born, But...) -1932

16 Kasım 2025 Pazar

438 yıl 6 gün önce

Jonas Mekas - Walden (Günlükler, Notlar ve Eskizler - 1969

Bir insanı ve onun neyi neden öyle yaptığını anlamak için bazı ipuçlarını yakalamak zorunlu. En yakınımız bile olsa, eğer bu ipuçlarını tutamazsak, elimizden kayıp gidiyor. 

Çok severek izlediğim Mekas'ın sinemasını anlamak için, onlarca saatlik filmografisinin içinden, bu 4 dakikalık ipucunu yakalamak bana inanılmaz bir keyif verdi.

Konu hızlıca ve kolayca anlaşılsın diye, kısa bir teknik bilgi, sonra filmden Mekas'ın kahvaltı sahnesi, sonra mektup, en sonda da alıntının olduğu sahneyi koyacağım. Sonra da gidip yatacağım. Uyumam da gerek.

 

Jonas Mekas (1922–2019), Litvanya’dan savaş sonrası Amerika’ya göç etmiş bir şair, yönetmen ve sinema günlükçüsü. New York’ta avangard sinemanın kalbini oluşturan çevrelerin içinde yer alıyor; Film Culture dergisinin kurucularından, aynı zamanda Anthology Film Archives’ın da mimarlarından biri. Onun için sinema, büyük stüdyoların değil, elinde 16mm kamera taşıyan yalnız insanların, göçmenlerin, şairlerin alanı: “yaşamı olduğu gibi kaydetmek” için tutulan hareketli bir günlük.

1969 tarihli Diaries, Notes and Sketches (kısaca Walden), Mekas’ın 1964–1968 arasında çektiği 16mm görüntülerden oluşan üç saatlik bir film günlüğü. New York sokakları, dostlarla piknikler, kışın karı, yazın ışığı, partiler, yürüyüşler… Hepsi sanki defterin kenarına alınmış notlar gibi, kısa, titrek, parça parça görüntüler halinde karşımıza çıkar. Filmde klasik anlamda “hikaye” yoktur; daha çok, zamanın içinden geçen bir hayatın dağınık ve çok kişisel bir kaydı vardır.

Mekas, sinemayı bir “günlük tutma” pratiği olarak görür: Büyük dramlar, süslü senaryolar, dramatik kurgular değil; küçük anların, sıradan mutlulukların, melankolik sessizliklerin peşindedir. Kamerası, evdeki bir kahkaha, sokaktan geçen bir yüz, yoldan geçen bir araba kadar önemsiz görünen şeylere yönelir. Bu yaklaşım, hem belgeselden hem kurmacadan ödünç alan, ama ikisine de tam olarak benzemeyen bir kişisel sinema dili yaratır: İçten, eksik, fragmanlı ve tam da bu yüzden sahici.

Walden’ın bir yerinde, görüntülerin üzerine Aziz Haçlı Yuhanna’nın (St. John of the Cross) 22 Kasım 1587’de Granada’da yazdığı mektuptan uzun bir pasaj okur. Mektup, manastırdaki rahibelere hitap eden ruhani bir öğüttür: Çok konuşmanın ruhu dağıttığını, asıl ihtiyacın “susmak ve uygulamak” olduğunu söyler; yeni sözler, yeni açıklamalar aramanın yerine, sessizlik içinde derinleşmeyi, acıya sabretmeyi ve Tanrı’ya sessiz bir sevgiyle yönelmeyi öğütler. Mektubun en çarpıcı fikri, “O’nun anladığı tek dil sessiz sevgidir” cümlesinde yoğunlaşır.

Mekas, bu mektubu filmine yerleştirerek, kendi sinemasının gizli manifestosunu işaret eder sanki. Walden zaten az konuşan, hiç açıklamayan, seyirciden “boşlukları kendisinin doldurmasını” bekleyen bir film; görüntüler, anlatılmak yerine gösterilir ve çoğu şey sessizliğe emanet edilir. 

Aziz Haçlı Yuhanna’nın “konuşma dikkat dağıtır, asıl olan sessizlik ve uygulamadır” diyen metni, bu yüzden Walden’ın kalbine çok yakışır: 16. yüzyıl manastırındaki içe kapanma çağrısı, 20. yüzyılın gürültülü New York’unda kamerayla tutulan bir günlükte yeniden yankılanır. 

Böylece Mekas’ın kişisel sineması, mistik bir sessizlik fikriyle buluşur; film, hem bir şehir günlüğü hem de izleyiciye “daha az açıklama, daha çok bakış” öneren bir manifesto haline gelir.


Beas Manastırındaki Ana de Jesús’a 
ve diğer Yalınayak Karmel Rahibelerine

Granada, 22 Kasım 1587

İsa ile Meryem ruhlarınızda olsun, kızlarım.

Mektubunuz beni çok teselli etti; Rabbimiz bunun karşılığını size versin.

Mektup yazmamış olmam, isteksizliğimden değildir, çünkü sizin gerçek iyiliğinizi içtenlikle istiyorum. Fakat gerçekten önemli olanı yapmak için yeterince çok şeyin zaten söylenmiş ve yazılmış olduğunu düşünmemdendir. Eksik bir şey varsa, bu eksik yazmakta ya da konuşmakta değildir. Bunlar çoğu zaman fazladır bile. Asıl eksik olan susmak ve uygulamaktır. Çünkü konuşmak dikkati dağıtır; susmak ve yapmak ise ruhu toplar ve ona güç verir.

Bu yüzden, bir kimse kendisine yararı için söylenenleri bir kez anladığında, artık daha fazlasını işitmeye ya da konuşmaya ihtiyacı yoktur. Onları gerçekten, sessizlik ve dikkat içinde, alçakgönüllülük ve sevgiyle ve nefsini hor görerek uygulaması gerekir. Sonra da yeni sözler, yeni şeyler aramaya koyulmamalıdır. Çünkü bu, yalnızca dışarıdaki şeylere yönelik iştahı tatmin etmeye yarar. Onu da tam tatmin edemez ve ruhu içsel erdemden yoksun, zayıf ve boş bırakır.

Bundan ötürüdür ki ne baştaki ne de sondaki fayda verir. Hazmetmeden üstüne yeniden yiyen kimseye benzer. Doğal sıcaklık hem öncekine hem sonrakine bölündüğü için, hepsini özüne dönüştürecek gücü kalmaz ve böylece hastalık doğar.

Kızlarım, 

Şeytandan ve kendi duygusallığımızdan ruhu korumayı bilmek çok gereklidir,. Yoksa farkına varmadan kendimizi çok az ilerlemiş ve Mesih’in erdemlerinden pek uzaklaşmış buluruz. Sonra da, kendi emeğimiz ve işlerimiz tersine dönmüş halde uyanırız. Lambamızı yanar sanırken sönmüş buluruz. Çünkü bize göre onu alevlendirmek için verdiğimiz nefesler, belki de daha çok onu söndürmeye yarıyordu.

Şu halde diyorum ki: Bunun böyle olmaması ve ruhu, dediğim gibi, koruyabilmek için, acıya sabretmekten ve ruhu susturmaktan; duyuları, yalnızlık alışkanlığı ve tüm yaratıkları ve bütün olup bitenleri unutma yönelimiyle kapatmaktan, dünya yıkılsa bile, daha iyi bir çare yoktur. Ne iyi ne kötü hiçbir şey için, kalbini içten bir sevgiyle yatıştırmaktan ve karşına çıkacak her şeyde, acıya sabretmeye hazır olmaktan vazgeçme.

Çünkü erdem öylesine yüce bir değere sahiptir ve ruhun sevinci öylesine zengin bir kıymettir ki, bütün bunların bile, Tanrı dilerse ancak yetmesi umulur. İnsanın ruhen ilerlemesi, ancak her şeyi erdemlice yapıp acıya sabrederek, her zaman sessizliğe bürünmesiyle mümkündür.

Bunu da iyi anlayın, kızlarım: 

Konuşmaya ve ilişki kurmaya çabucak yönelen bir ruh, Tanrı’ya çok az yönelmiştir. Çünkü gerçekten Tanrı’ya yönelmiş olduğunda, içten bir güç onu hemen susmaya ve her türlü sohbetten kaçmaya çeker. Zira Tanrı, ruhun, ne kadar üstün olursa olsun ve ona ne kadar uygun görünürse görünsün, herhangi bir yaratılmışla sevinmesinden çok, kendisiyle sevinmesini ister.

Sevgili Kız Kardeşlerimin dualarına kendimi emanet ediyorum; ve sevgim ne kadar az olsa da, onun sizin tarafınıza yönelmiş olduğundan emin olun. Borçlu olduğum sizleri unutamıyorum. Rab hepimizle olsun. Amin.

En büyük ihtiyacımız, yüce Tanrı’nın önünde hem iştahımızı hem dilimizi susturmaktır.

Çünkü O’nun duyduğu tek dil, sessiz sevgidir.

Granada’dan, 22 Kasım 1587
Fray Juan de la Cruz

Litvanya - 1971

Aziz Yuhanna “susmaktan” söz ederken, Mekas’ın da dil ile problemli bir ilişkisi var: Litvanyalı bir mülteci, İngilizceyi sonradan öğrenmiş, aksanlı, tedirgin. 

Günlük görüntüler: Litvanyalı bir göçmenin New York’ta kurmaya çalıştığı hayat.

Mektup: Dilin yetmediği yerde, içsel bir sessizliğe çekilme çağrısı.

Böyle bakınca:

“Konuşmak dikkat dağıtır” cümlesi, hem mistik bir öğüt, hem de sürgünün deneyimine dair bir cümle gibi:

“Bu şehirde ne dersem diyeyim, tam anlatamayacağım; o halde en dürüst yol gözlemek, kaydetmek.”

Mekas’ın sinemasının “günlük” olması tam da bununla bağlantılı:

Dil yerine imgeyle tutulan bir günlük.

Yazmak, okuyucuya harita vermek gibi

Alex Webb - İstanbul, 2001

Yazmak, okuyucuya harita vermek gibi. Haritaların şehirlerin yerlerini, dağları, nehirleri, mesafeleri gösterdiği gibi, okuyucu için yazılanlar da sanki yazarın duygularının, düşüncelerinin konumlarını gösteren, aralarındaki mesafeyi tahmin ettiren, ne yöne gideceğimizi sezdiren şeyler.

Ama herkes bilir ki; bir yolculuk sırasında camdan dışarı bakarken sadece tabelalar görünmez. İçimize hüzün ya da sevinç bırakan ağaçlar, bulutlar, kızıl gökyüzü, susamış bozkır, uzaklaşan deniz, çocukluğumuz, anne babamız, ölmüş bir yakınımız, artık hiçbir önemi kalmamış anılarımız ve daha birçok şeyi de görürüz. 

Hatta öyle bir an olur ki, şansımız varsa, karşımıza yolun kenarında öylesine oturan; hiç tanımadığımız, onun da bizi tanımadığı ve bir daha hiç göremeyeceğimiz bir çocuk, kadın ya da adam çıkıverir. Onunla bir anlığına göz göze geliriz.

O, birdenbire karşımıza çıkan kişiyle yaşadığımız o bakışma anıdır. Üstelik ikimiz de buna hiç hazırlıklı değilizdir; hatta böyle bir şeyin olabileceğine bile inanmayız. Buna rağmen birbirimize tüm hayat hikayemizi; acılarımızı, pişmanlıklarımızı, ağlamak isteyişimizi ve bunun gibi daha sayamayacağım pek çok şeyi, yani içimizde ne kadar gizli, karanlık, kırık, tuhaf duygu, rüya, anı varsa, işte o birkaç saniyede anlatır ve birbirimizi kimsenin anlayamadığı kadar anlarız.

İçimizde o kişiye karşı, anlamını tam koyamadığımız garip bir sevgi doğar.

Söylediklerimin hepsi, o kısa anda, o yolculuk esnasında, camdan bakarken, yanımızdakiler farkına bile varmadan, olup biter.

İşte tüm bunlar, yazarın bize verdiği haritalarda görünmezler.

15 Kasım 2025 Cumartesi

Eksik ama sıralı tam liste


Ankara'da, Demirtepe'deki Gölbaşı Sineması'nda tek başıma izlemiştim ilk defa. Önünde ışıl ışıl yılları olan, üniversite 1. sınıf öğrencisi olarak. O günler kitapların, fotoğrafların ve filmlerin günleriydi. Bulduğum her fırsatta ya kitap okuyor, ya fotoğraf çekiyor ya da film izliyordum. 

En az Alfredo kadar heyecanlanmıştım o an. Çok ama çok merak etmiştim, bunlar acaba hangi filmlerdir, diye. Yıllarca da geçmedi bu merak.

Çünkü yönetmen Tornatore'nin, filmin en çarpıcı sekansına, kendisi için önemli olmayan, öylesine filmler koymayacağını düşündüm. 

Hani bir söz vardır, "Birisini tanımak istiyorsan duvarına ve masasına bak. Kimse kendisi için önemli olmayan bir şeyi duvarına asmaz, masasına koymaz" diye. Onun gibi.

Aradan geçen on yıllar ve binlerce filmden sonra, eksik de olsa sıralı tam liste.

Filmdeki gösterim sırasına göre:

Bitter Rice – 1949
His Girl Friday – 1940
The Outlaw – 1943
Carmela – 1942
Carmela – 1942 (aynı filmden ikinci parça)
Bulunamadı
Bitter Rice – 1949
Ossessione – 1943
The Gold Rush – 1925
The Adventures of Robin Hood – 1938
Bitter Rice – 1949
Room at the Top – 1959 
The Son of the Sheik – 1926
It’s a Wonderful Life – 1946
Bulunamadı
L’Imperatore di Capri (The Emperor of Capri) – 1949
Bellissima – 1952
La Terra Trema (The Earth Trembles) – 1948
Le Notti Bianche (White Nights) – 1957
La Cena delle Beffe (The Jester’s Banquet) – 1942
La Cena delle Beffe (The Jester’s Banquet) – 1942 (aynı filmden başka plan)
Les Bas-fonds / Verso la vita (The Lower Depths) – 1936
Bulunamadı
L’Imperatore di Capri (The Emperor of Capri) – 1949
Bulunamadı
Bulunamadı
Bulunamadı
A Farewell to Arms – 1932
It’s a Wonderful Life – 1946 (ikinci kez)
Senso – 1954
Les Bas-fonds / Verso la vita (The Lower Depths) – 1936 (aynı filmden ikinci plan)
Bulunamadı
Il Cavaliere Misterioso (The Mysterious Cavalier) – 1948
Bulunamadı
Bulunamadı
Chained – 1934
Senso – 1954 (aynı filmden ikinci plan)
Bulunamadı
The Son of the Sheik – 1926 (aynı filmden ikinci plan)
Bulunamadı
Bulunamadı
Bellissima – 1952 (aynı filmden ikinci plan)
Bulunamadı
The Adventures of Robin Hood – 1938 (aynı filmden ikinci plan)
Grand Hotel – 1932
Dr. Jekyll and Mr. Hyde – 1941
Platinum Blonde – 1931

İnsanız işte

Üzülme, diyorum kendime.
Ama insanız işte üzülüyor insan,
diyor kendim.

14 Kasım 2025 Cuma

Zurlini Sineması ve Odio-Amore Kavramı

 

🎬Cronaca Familiare (Aile Günlüğü) - 1962

Valerio Zurlini’nin sineması hep aynı eksende döner: Yalnızlık ve terk edilmişlik (Kızla Bavul, Tatar Çölü).

Ancak başyapıtı Aile Günlüğü, bu yalnızlığı ilk kez bir kan bağına çarptırır.

İtalyanların "tarihin en dokunaklı erkek filmi" dediği film, "Odio-Amore" kavramının en derinlerine dalar.

🖤  "Odio–amore" aslında tek bir İtalyanca kelime değildir. "Odio" (nefret/öfke) ve "amore" (sevgi/aşk) kelimelerinin yan yana getirilerek, genellikle bir kısa çizgiyle (odio-amore) yazılmasıyla ortaya çıkan, yoğun bir duygusal durumu tanımlar.

Türkçede bunu tam olarak karşılayan tek bir kelime olmasa da, özü şudur: Aynı kişiye karşı aynı anda hem güçlü bir sevgi hem de güçlü bir öfke, nefret veya tiksinti duygusu taşımak.

🖤 Bu ifade, "ya sev ya nefret et" şeklindeki siyah-beyaz ikiliğini reddeder. Bahsedilen şey, çelişkili ve huzursuzluk yaratan; hem sevgiyi hem de nefreti aynı bedende taşıyan karmaşık bir bağdır.

Bu ruh haline özellikle şu gibi çok yakın ve derin ilişkilerde sıkça rastlanır:

Kardeşler arasındaki bağlar
Eski eşler veya çok uzun süreli ilişkiler
Ebeveynler ve çocuklar arasındaki ilişkiler

🖤 Bu durum, romantik komedilerdeki "bir küser bir barışırlar" şeklindeki yüzeysel ve dramatik dalgalanmadan çok daha derindir. Odio–amore, kişinin sevdiği insana karşı şu karmaşık duyguları aynı anda yaşama ihtimalini içerir:

Kendini ona karşı borçlu hissetme.
Ondan derin bir yara almış olma (incinme).
Tüm bunlara rağmen ondan tamamen kopamama.

Enrico ve Lorenzo örneğinde olduğu gibi, kıskançlık, suçluluk, koruma isteği, öfke ve derin şefkat gibi zıt duyguların hepsi aynı kişiye yönelir.

Bu duygu, "Benden nefret etmiyorsan beni sevmiyorsun da," ya da "Onu terk edebilsem her şey kolaylaşacak ama yapamıyorum," gibi çaresizlik içeren cümlelerin ruh halini yansıtır.

🖤 Odio–amore, insan ilişkilerine bakış açımızı zenginleştiren kritik bir ifadedir çünkü: İnsan ilişkilerini siyah ve beyaz olmaktan çıkarıp, gri ve çok katmanlı bir alana taşır. Aile, kardeşlik, uzun süreli aşk gibi bağların çelişkili ve çatışmalı yönlerini kabul etmemizi sağlar.

Duyguyu "ya o ya bu" ikileminden kurtararak, aynı anda hem sevginin hem de öfkenin barınabildiği gerçekçi bir alan sunar.


1945 Roma’sında başlayan film, Enrico'nun kardeşi Lorenzo'nun ölüm haberini almasıyla hafızasına açılan geri dönüşlere odaklanır. Anne öldükten sonra yolları ayrılan, farklı sınıflarda büyüyen iki kardeş, yıllar sonra Floransa'da buluşur.

Ağabey Enrico'nun kalbinde saf sevgi yerine, sevgi, öfke ve suçluluğun karıştığı bulanık bir "odio-amore" hissi vardır. Onu hem korumak ister hem de ona karşı beslediği gizli kıskançlık ve öfke arasında sıkışır.

Bu iki zıt enerji duygularını bastıran ağabey Enrico (Marcello Mastroianni) ve kırılgan, gururlu küçük kardeş Lorenzo (Jacques Perrin) yan yana geldiğinde, film sıradan bir aile dramı olmaktan çıkar.

Filmde ne zaman güzel bir an izlesek, seyirci olarak biliriz ki: Lorenzo çoktan ölmüştür. Bu durum, yaşanan her kavgayı, her yanlış anlaşmayı ve her ihmali daha acı hale getirir. İçimizde tek bir soru büyür:

"Keşke o zaman ona başka türlü davransaydı."

Film, baştan sona yas ve pişmanlıkla çekilmiş bir nefes gibi akıp gider.

Cronaca Familiare, iki erkeğin birbirine sarılamamasının ve söylenmemiş cümlelerin ağırlığı üzerine kurulmuş, bir başyapıttır.

1962'de Altın Aslan'ı, İvan'ın Çocukluğu ile paylaşmıştır.

13 Kasım 2025 Perşembe

Anlatmayı Denedim: Ekoton


Ekoton diye bir kelime takıldı kafama bir süredir. Biyoloji dersinde arka sıralarda bir yerlerde kalmış, ama yıllar sonra “ben hâlâ buradayım” diye geri dönen bir kavram. Kısaca, iki ekosistemin buluştuğu, sınırların birbirine karıştığı geçiş bölgesi. Ne tamamen orman, ne tamamen çayır; ne bütünüyle göl, ne de kara… Aradaki o ince, kırılgan, canlı şerit.

Sonra fark ettim ki, insan ilişkileri de tam böyle yerlerde filizleniyor. Ne tam tanıdık, ne tam yabancı; ne tam içimizde, ne tam dışımızda. Bu düşünceden yola çıkıp, ekotonun dört temel özelliğini –sınır, çeşitlilik, hassas denge ve sürekli değişim– anlatan dört kısa film hayal ettim. Bu benim ilk senaryo denemem; hikâye okumayı seven, sinemayı uzaktan uzun uzun izleyen biri olarak ilk kez “Ben de anlatmayı denesem mi?” dedim. Biraz cesaret, biraz merak, biraz da yapay zekânın omuz desteğiyle yola çıktım.

İlk film, Sınırların Buluştuğu Yer, Ege’de sisli bir köy yolunda geçiyor. Yeni atanmış, kendi içine kapanık bir öğretmen; her sabah aynı yoldan geçen, süt bidonlarının metal sesiyle hatırladığımız bir sütçü. Aralarındaki şey, büyük laflar değil; tekrar eden, neredeyse komik bir cümle: “Bugün hava dönecek galiba.” Aslında ikisi de kendi hayatlarının ekotonunda duruyor: şehre alışmış bir genç kadın ile köyün içinde kalmış bir adam. Bu filmde, iki çizginin birbirine doğru usulca yaklaşmasını izlemek istedim. Ne aşk, ne kavga; sadece sınırda durmanın o hafif gerginliği.


İkinci film, Çeşitliliğin Arttığı Bölge, metronun soğuk ışığında açılıyor. Didem Madak kitapları taşıyan iki kadın: biri orta yaşlı, diğeri genç. Biri büyümeyi bir tür defin töreni gibi anlatırken, diğeri hiç bitmeyen bir çocukluğun yorgunluğunu taşıyor. Şehir burada kocaman bir ekoton: insanların değil, yalnızlıkların buluştuğu yer. Aynı şairin iki kitabı, iki ayrı elde. Birkaç duraklık bir yolculukta, iki kadın birbirinin içinden geçen cümleler buluyor. Bütün film, kalabalığın ortasında kurulabilen o küçük, utangaç ittifakın peşinde.


Üçüncü film, Hassas Bir Denge Alanı, tek mekân. Bir psikolog odasında, yağmur sesinin ve akvaryumdaki suyun uğultusunun arasında sıkışmış bir adam konuşuyor. Aslında anlattığı şey, kendi içindeki ekoton: düzen isteyen yanıyla her şeyi dağıtmak isteyen yanı arasında kurmaya çalıştığı kırılgan denge. Odanın diğer ucunda, not almayan, sadece dinleyen bir terapist var. Film boyunca hiçbir “büyük çözüm” gelmiyor; sadece küçük bir cümle: “Bazen su da kendi dengesini bulmak için taşar.” Benim için bu film, bir insanın kendi iç iklimini izlemeye cesaret edişiyle ilgili.


Dördüncü ve son film, Sürekli Değişen Bir Alan, insanları tamamen sahneden çekip, ekotonu kaynağına, doğaya geri götürüyor. Göl ile kara arasındaki sazlıklarda yaşayan bir yaban ördeği çifti var. Uzun planlarda onların rutinini izliyoruz: beraber yüzmeleri, aynı anda suya dalıp çıkmaları, yuvaya dönmeleri… Sonra bir silah sesi, kanat çırpışları, havada asılı kalan birkaç tüy. Çiftten biri yok artık. Kalan ördeğin, aynı mekânlarda tek başına dolaşmasını, ilk yalnız gecesini, yavaş yavaş hayata tutunuşunu gösteriyoruz. Finalde küçük bir yavru beliriyor; ölümün ardından açılan boşluğa yerleşen yeni bir denge.


Bu dört filmde büyük dramlar anlatmaya çalışmadım. Ekranlardan taşan çığlıkların, ajitasyonun, zorla göze sokulan duyguların biraz uzağında durmak istedim. Daha çok bakışları, küçük jestleri, tekrar eden cümleleri, bir odadaki sessizliği, sazlığın hışırtısını, metro uğultusunun içindeki ince şiir sesini duymaya çalıştım. 

Ekoton fikri bana, hayatın asıl yükünü bu “arada” kaldığımız yerlerde taşıdığımızı hatırlattı: köy ile şehir arasında, gençlik ile yetişkinlik arasında, susmak ile konuşmak arasında, kalmak ile gitmek arasında…

Yapay zekâ, bu süreçte yanımda oturan sessiz bir senaryo arkadaşı gibiydi. Öneriler getirdi, ben eledim; ben anlatmak istedim, o toparladı. Sonunda ortaya çıkan şey kusursuz değil; ama tam da ekotonlara yakışır şekilde: sınırda, geçici, kırılgan ve canlı.

Belki bu filmler bir gün çekilir, belki sadece kâğıt üzerinde kalır. Ama ben artık köy yoluna, metro vagonuna, bir terapi odasına ya da göl kenarındaki sazlıklara bakarken aynı şeyi düşünüyorum: 

“Burası da bir ekoton. Burada görünmeyen bir hayat ve sürekli bir vedalaşma var.”

Eğer bu yazıyı okuyan biri de kendi hayatındaki o ince çizgiye bir kez daha bakarsa, sanırım anlatmak istediğim şeye biraz olsun yaklaşmışım demektir.

EKOTON - 4. Sürekli Değişen Bir Alan

 

🎬EKOTON - 4. Sürekli Değişen Bir Alan

Tür: Kısa film / Şiirsel belgesel
Süre: Yaklaşık 7–8 dakika
Yer: Göl ile kara arasındaki sazlık ekotonu (sulak alan)
Zaman: İlkbahar sonu, art arda birkaç gün ve gece

Karakterler:

Dişi yaban ördeği : Çiftin bir üyesi. Rutinleri seven, sakin.
Erkek yaban ördeği : Çiftin diğer üyesi.

AÇILIŞ – SİYAH FON – BEYAZ HARFLER

Yavaşça beliren yazı:

“Ekoton, iki ekosistem arasındaki geçiş bölgesidir.
Göl ile kara arasındaki sazlıklar, böyle bir sınırdır.
Burada su seviyesi, ışık, tuzluluk ve sıcaklık sürekli değişir;
türlerin dağılımı da bu değişime göre şekillenir.”


(Kaynak: Ekoloji ve Çevre Bilimleri Ansiklopedisi)

DIŞ SES

(ilk üç filmdeki tınıya yakın, sakin, tarafsız ama hafif sıcak bir tonla okur.)

Kısa bir sessizlik. Yazı silinir.
Yeni yazı belirir:

🎬EKOTON – 4. SÜREKLİ DEĞİŞEN BİR ALAN

DIŞ SES

(bu kez daha şiirsel, kısa)

“Ekotonlar, dünyanın ince çizgileridir.
Ne tam su, ne tam toprak…
Ama hayatın en yoğun aktığı yerler.”

Rüzgâr sesi yükselir.
Siyah fon, sisli bir göl manzarasına çözülür.

SAHNE 1 – DIŞ / ŞAFAK VAKTİ / BOŞ EKOTON

Sabit, geniş plan.
Önde sazlıkların koyu çizgisi, arkada sisle eriyen göl.
Kamera uzun süre kıpırdamaz. Henüz ortada hiçbir hayvan yoktur.

Ses : 

Yumuşak su şıpırtıları, 
uzaktan gelen tek bir kuş ötüşü, 
kurbağaların çok hafif uğultusu.
15–20 saniye boyunca hiç dış ses yok; 
seyirci sadece ekotonun “nefesini” duyar.

Sonra:

DIŞ SES

“Bu çizgi, göl ile kara arasında bir sınır değildir.
İki dünyanın birbirine karıştığı ince bir alan sadece.
Hem suda yaşayanları, hem karada yaşayanları taşır.
Ve çoğu zaman… başka hiçbir yerde görülmeyen hayat biçimlerine
ev sahipliği yapar.”


SAHNE 2 – DIŞ / SABAH / İLK TANIŞMA

Aynı planın biraz farklı bir versiyonu.
Sis az dağılmıştır. 
Sazlıkların arasından bir yaban ördeği çifti (dişi–erkek) suya doğru süzülerek çıkar.
Kamera hâlâ geniş plandadır; 
ördekler kadrajın küçük bir yerini kaplar.
Ardından yakın planlara geçeriz:
İkisi yan yana yüzer, 
aynı ritimde suyu yararlar.
Aynı anda suya dalar, 
birkaç saniye görünmez olurlar; 
sonra birlikte yüzeye çıkarlar.
Birbirlerinin boyun bölgesindeki tüyleri, 
gagalarıyla düzelttikleri kısa, sakin bir bakım anı.

Ses: 

Su şıpırtısı, tüylerin hafif sesi, 
uzaktaki diğer kuşların karmaşık korosu.

DIŞ SES

“Ekotonlarda birliktelik, hayatta kalmanın yollarından biridir.
Suya girerken, beslenirken, saklanırken
çoğu canlı, yanındaki bedene göre ritim tutar.
İki beden, tek hareket olur.”


SAHNE 3 – DIŞ / SABAH / ÇEŞİTLİLİK

Makro–geniş geçişleri:

• Makro plan:

Sazlığa tutunmuş, yüzeyde yürüyen küçük bir böcek.
Üzerinden ince bir su damlası akar.

• Kamera yavaşça geri çekilir (drone hissi).

Böceğin bulunduğu yaprak, 
çok daha büyük bir sazlık kümesinin küçük bir parçası hâline gelir.
Çevrede suyun içinde küçük balıklar görülür; 
suyun altındaki sucul bitkiler hafifçe sallanır.

• Başka bir makro plan:

Çamurlu kıyıda kurbağa yumurtaları; 
yanında salyangoz izleri.
Yan planda, ördek çiftinin çamurda bıraktığı ayak izleri.
Kamera tekrar geniş plana döner; 
ördek çifti, sazlıkların önünde daire çizerek yüzer.

DIŞ SES

“Ekoton, tek bir türün değil,
bir arada yaşamak zorunda olan çok sayıda canlının sahnesidir.
Her adımda başka bir ayak izi,
her gölgede başka bir nefes saklıdır.”


SAHNE 4 – DIŞ / ÖĞLE / RUTİN

Güneş yükselmiştir, sis tamamen dağılmıştır.

Tekrar eden kadrajlar :

• Plan A: Sazlıkların ucunda sığ bir bölge.
Çift birlikte suyu süzerek beslenir; 
çamurlu alanı karıştırırlar.

• Plan B: Göl yüzeyinde yansıma planı.
Ördek çifti, yansımanın üzerinde iki paralel çizgi gibi kayar.

• Plan C: Kıyıdaki küçük bir set/kaya.
Çift kısa süreliğine karaya çıkar, 
kanatlarını çırpar, sonra tekrar suya döner.

Bu planlar arasında yumuşak geçişler, az kesme vardır.

DIŞ SES

“Ekotonlarda denge, tekrarlarla kurulur.
Her gün aynı rotalar, aynı yollar, aynı alışkanlıklar…
Ama suyun seviyesi, rüzgârın yönü, ışığın açısı
hiçbir zaman tam olarak aynı kalmaz.”


SAHNE 5 – DIŞ / AKŞAMÜSTÜ / YUVA

Işık turuncuya dönmüştür.
Çift, sazlıkların arasında kaybolarak yuvalarına doğru ilerler.

Kamera, sazlıklar arasında dar bir koridor açar:

• Su yüzeyinde yüzen kuru dallar.
• Saz ve dallardan oluşmuş, yuvaya benzeyen bir küme.
• İçerde hafif bir hareket – net seçilmeyen yumurta ya da küçük bir boşluk.

Ördek çifti, yuva civarında kısa bir tur atar;
sonra birlikte yuvanın içine doğru girer. 
Kamera dışarıda kalır.

Kısa bir sessizlik. 

Uzakta gök gürültüsü çok hafif duyulur.

SAHNE 6 – DIŞ / AKŞAMÜSTÜ - ERTESİ SABAH / KIRILMA VE BOŞLUK

6A – Akşamüstü / Kırılma Anı

Gün batımına yaklaşmış, gölün rengi koyu yeşile dönmüştür.

Geniş plan:
Sığ suda ördek çifti yan yana, sakin sakin beslenmektedir.
Rüzgâr hafif, ses bandı yumuşaktır:
su şıpırtısı, kurbağalar, 
uzaktaki tek tük kuş sesleri.

Bir anda:

• Kadrajın dışından sert bir SİLAH SESİ patlar.
• Silahla aynı anda, ördek çiftinden biri panikle kanat çırpmaya başlar; 
diğeri refleksle kısa bir atak yapar.
• Kamera, olan biteni takip etmek yerine aynı geniş planı korur; 
sadece suyun ve sazların üzerindeki ani hareketi görürüz.

Ses bandı bir anda karışır:

• Panik hâlinde kanat çırpışları,
• Suyun hızla çalkalanış sesi,
• Yakındaki diğer kuşların aniden havalanıp çığlık atması.

Kısa, çok hızlı kesmeler:

1. Makro plan:
Saz yaprağının ucundaki su damlası, 
silah sesiyle birlikte titrer ve aşağı düşer.

2. Dal planı:
Tüfek sesinin yankısıyla ince bir dal şiddetle sallanır;
üzerinde duran küçük bir serçe irkilip havalanır.

3. Su yüzeyi planı:
Çalkalanmış, köpüklenmiş bir nokta; 
etrafında hızla büyüyen dalgalar.
Dalgaların merkezindeki ayrıntıyı tam göremeyiz; 
kamera bilinçli olarak mesafesini korur.

Son geniş plan:

Sazlıkların bir bölümünde, 
birkaç tüy havaya karışıp ağır ağır suya düşmektedir.
Diğer hayvanların sesleri kısa bir süre için artar, 
sonra hızla azalır.
Ses bir anda kesilir; 
tek kalan, uzayan bir yankı gibidir.

SERT KESME.

6B – Ertesi Sabah / Boşluk

Sabah sisinin içinde, göl tekrar sakin görünür.

Plan A’nın 2. versiyonu:

Aynı sığ su planı.
Bu kez yalnızca tek ördek beslenmektedir.
Başını suya daldırır, çıkar; etrafa kısa kısa bakar.

Plan B’nin 2. versiyonu:

Yansıma planı.
Dün iki paralel çizgi gibi kayan yansımadan geriye, 
su yüzeyinde tek çizgi kalmıştır.
Su çok hafif dalgalanır; 
ikinci yansımayı arar gibi boş bir alan vardır.

Plan C’nin 2. versiyonu:

Küçük kayalık/set planı.
Üstte tek ördek durur, 
kanatlarını silkeler.
Ördek kadrajın dışına doğru hafifçe çıktığında,
kamera boş kalan taş kısmında bir süre daha oyalanır;
taşın üzerinde ilişmiş tek bir tüy görünür.

Ses bandı yeniden sadeleşmiştir:

• Su şıpırtısı,
• Çok uzaktan gelen birkaç kuş sesi,
• Hafif bir rüzgâr.

Uzun bir sessizlik.

Silah sesinin bıraktığı ani şok, 
bu sessizliğin içine gömülmüş gibidir.
Sonra tek ördek başını kaldırır;
hem göle hem sazlıklara, 
hem de kadrajın dışındaki görünmeyen yöne kısa kısa bakar.
Sanki bir iz arar ama bulamaz.

DIŞ SES

(sakin ama daha ağır, vurgulu)

“Ekotonlar, değişimi saklamaz.
Bir beden eksildiğinde
yalnızca boşluk kalmaz;
alan açılır.
Kalan, bu açılan yerde
yolunu yeniden bulmak zorundadır.”


Kamera, tek ördeğin bu bakışını uzun süre bırakmadan izler;
ardından çok yavaş geri çekilir, 
ördek kadrajda küçülür.

SAHNE 7 – DIŞ / GÜN İÇİ / YALNIZ RUTİN

Kısa planlar dizisi:

• Tek ördek, çiftin birlikte beslenip daire çizdiği yerde
bu kez yalnız başına aynı hareketleri yapar.

• Yuvaya gelir; 
bir an girişte durur, 
başını içeri uzatır.
İçeriden ses gelmez.

• Yuvayı çevreleyen sazların arasında tek başına dolaşır;
çevreden diğer kuşların sesleri gelir 
ama kendisi onlara katılmaz.

Ses bandı özellikle boş bırakılır; 
yalnız su sesi ve göl rüzgârı.

DIŞ SES

“Doğada yas, sessizlikle tutulur.
Hiçbir tören yoktur, taş dikilmez.
Sadece ritim bozulur.
Bir beden, alıştığı hareketleri
artık tek başına tekrarlar.”



SAHNE 8 – DIŞ / GECE / İLK YALNIZ GECE

Göl neredeyse siyaha yakın koyu tondadır.
Ay, bulutların arasından zaman zaman görünür, 
su yüzeyine ince bir çizgi bırakır.

Kamera, yuvaya hafif uzaktan bakar:

• Yuvanın içinde tek ördek, 
tüylerini kabartmış,
başını kanatlarının arasına gömmüştür.

• Çevrede sazlıklar rüzgârla ileri geri sallanır;
karanlıkta gölgeleri büyür.

Ses bandı:

Rüzgâr güçlenir, 
sazlıklar sürtünerek hışırdar;
çok uzaktan tek tük diğer kuş sesleri.

Kamera, yuvanın hemen yanındaki boşluğa odaklanır:

suların yükselip alçalmasından oluşan ıslak iz,
kaybolmuş ikinci bedenin hayaletini çağrıştırır.

DIŞ SES

(çok alçak, neredeyse fısıltı)

“Gece, ekotonları daha da belirsiz kılar.
Çizgiler silinir, su ile kara
aynı karanlıkta erir.
İlk yalnız gece,
kalan bedenin yeni dengesini
aramaya başladığı andır.”


Uzun bir sessizlik.

Sadece sazlıkların ritmik hışırtısı
ve ördeğin çok hafif nefesi.
Kamera ağır ağır gökyüzüne doğru yükselir;
yıldızlar çok soluk görünür.


SAHNE 9 – DIŞ / BİRKAÇ GÜN SONRA / SABAH

Şafak vakti tekrar.

SAHNE 1’deki açılış planının neredeyse aynısı:

Sis, göl, sazlık çizgisi.
Bu kez, sisin içinden tek ördek belirir;
alıştığımız rotayı izler.

Aynı hareketleri daha kararlı yapmaktadır:

Beslenir, dibe dalar çıkar.
Yuvaya dönmeden önce, 
bir an gölün daha açık kısmına doğru ilerler; 
sonra geri döner.

DIŞ SES

“Hayat, ekotonlarda tutunmak için
kendini yeniden düzenler.
Kalan, kaybın yerini doldurmaz;
sadece dengenin yeni haline alışır.”


Makro–geniş geçişi:

• Saz yaprağı üzerindeki su damlası,
güneş yükseldikçe titrer ve düşer.

• Düşen damla, su yüzeyinde halka oluşturur;
kamera halkayı takip ederek genişler, 
tüm gölü görür.


SAHNE 10 – DIŞ / DAHA SONRA / AKŞAMÜSTÜ

Gün batımına yakın bir saat. 
Gökyüzü sıcak tonlara dönmüştür.
Yuvanın yakınında tek ördek yüzmektedir.
Yuvanın içinden belirsiz bir hareket ve hafif bir ses gelir.

Kamera yavaşça yaklaşır:

• Su yüzeyinde küçük bir dalgalanma.

• Yuvanın kenarından suya doğru, 
tedirgin adımlarla çıkan
küçük bir yavru ördek.

Yavru bir an sendeleyince, 
tek ördek (artık ebeveyn) ona doğru hafifçe yaklaşır;
abartılı bir hareket yapılmaz, 
sadece yavaşça öncülük eder.
İkisi birlikte, yuvanın önündeki küçük alanda daire çizerek yüzer.

Arka planda, diğer kuşların sesleri artar;
güneş suya uzun bir yansıma bırakır.

DIŞ SES

“Ekoton, kaybın üzerine kurulmuş bir devamlılıktır.
Her ölüm, başkası için boşluk açar;
her boşluk, yeni bir canlıya yer olur.
Burada hiçbir hayat, tek başına tamamlanmaz.
Sadece el değiştirir.”


Kamera uzaklaşır; 
sazlık çizgisi, göl ve arka plandaki tarlalar 
tek karede birleşir.

Ördek ve yavru, kadrajda küçülür.


KAPANIŞ – SİYAH EKRAN

Siyah fonda son metin belirir:

“Ekoton: Sürekli değişen bir alan.
Ne tamamen suya ait, ne tamamen karaya.
Tıpkı hayat gibi;
her kaybın ardından
yeni bir denge arayan ince bir çizgi.”


DIŞ SES

(başlangıçtaki aynı ses, sakin ve ölçülü bir tempoyla metni okur.)

Son cümleden sonra birkaç saniye sessizlik.

Ardından sadece gölün hafif su sesi duyulur;
yavaşça o da kesilir.

Film biter.

EKOTON – 3. Hassas Bir Denge Alanı

🎬 EKOTON – 3. Hassas Bir Denge Alanı



AÇILIŞ – SİYAH FON – BEYAZ HARFLER

Yavaşça beliren yazı:

“Ekoton, iki ekosistem arasındaki geçiş bölgesidir.
Bu bölgelerde denge hassastır;
en küçük değişim bile yapıyı etkileyebilir.

Ekoton, kırılgan ama canlı bir geçici denge alanıdır.”

(Kaynak: Ekoloji ve Çevre Bilimleri Ansiklopedisi)

(Dış Ses, tarafsız ve yavaş bir tonda okur.)

Kısa bir sessizlik.
Yazı silinir.
Ekranda sadece siyah fon kalır.

Yavaşça yağmur sesi duyulur.

Siyah fon, yavaşça iç mekândaki ışığa geçer.
Yağmur sesi devam eder.
Kamera odanın içini açar.

(Film başlar.)

🎬 EKOTON – 3. HASSAS BİR DENGE ALANI

Tür: Psikolojik – Şiirsel Dram
Süre: Yaklaşık 10 dakika
Mekân: Bir psikolog ofisi – sessiz bir öğleden sonra

SAHNE TEK – TAMAMEN ODADA GEÇER

Kamera:

Sabit tripod üstünde; yer değiştirmez ama başını sağa-sola çevirir,
odağın yönünü değiştirir.
Kimi zaman adamın ellerine, kimi zaman akvaryumun camındaki su
kırılmalarına, kimi zaman duvardaki durmuş saate döner.
Oda, neredeyse kendi nefesiyle yaşar.

Işık:

Dışarıda yağmur; gri bir ışık, pencerenin tül perdesinden sızar.
Odanın bir köşesinde küçük bir masa lambası.
Işığın tonu sıcak değil, solgundur — gün sonunun sessizliği.

Ses:

Yağmurun sesi, arada uzaklardan geçen araçlar.
Odanın içinde: balık filtresinin derin uğultusu, adamın nefesi, bazen
parmakların sandalyeye değdiği ses.

KAMERA AÇILIR

Adam oturur.
Elinde bardağı tutar, içmez.
Kadın hafif yanda, defteri açık, ama sayfası boş.
Dakikalar geçmiş gibidir; biz konuşmanın ortasından yakalarız.

Adam:

(uzun bir sessizlikten sonra)

İlginç…

Zamanı hep ölçmekle uğraştım ama
hiçbir zamanın bana denk düştüğünü hissetmedim.

(susar)

Her şey benden biraz önce ya da biraz sonra oluyor.
Bir sel gibi geçiyor — ben hep kıyıda kalıyorum.

(ellerini birbirine kenetler, başını eğmeden devam eder)

İnsan…
kendini tam olarak nereye koyar bilmiyorum.
Bir yanım düzen istiyor,
diğeri her şeyi dağıtmak..
Bu ikisinin arasında
bir tür hassas denge var…
ama bu denge, sabit kalmıyor.

(kameranın odağı yavaşça adamın ayak ucuna kayar;

birikmiş yağmur suyunun gölge yansıması tavana vurur.)

Adam:

Sabahları uyanınca önce sessizliği dinliyorum.
Hiçbir şeyin benden bir şey beklemediği anı.
Sonra o an bitiyor,
ve gün başlıyor. Görevler, konuşmalar,
kim olduğumu hatırlamam gereken bir tiyatro.

(duraklar, derin nefes alır)

Bazen düşünüyorum…
Belki de insanın asıl yorgunluğu,
kendi olma çabasıdır.
Bir form tutturmaya,
anlamlı görünmeye çalışmak.
Ama içimdeki ses,
hiçbir şeye ait olmak istemiyor.

(kamera akvaryuma döner; balık neredeyse hareketsizdir)

Adam:

Şu balık mesela...
Bazen ona bakarken kıskanıyorum.
Ne zamanı var, ne amaçları.
Sadece suyun içinde... var.
Belki insan da
suyun içinde olmalıydı, havada değil.
Hava çok düşünce barındırıyor.

(susar. sadece yağmur sesi duyulur)

Adam:

Son günlerde yazıyorum.
İki kısa film senaryosu…
Ekoton’dan esinlendim.
Birinde iki insan hiç konuşmadan yakınlaşıyor
bir köy yolu, sabah sisi, süt bidonlarının sesi.
Diğerinde kalabalık bir metroda
yalnızlıklar birbirini buluyor,
şiirle, sessizlikle, Didem Madak’la.
İkisi de iki farklı ekosistem gibiydi:
biri doğanın içinde,
diğeri şehrin altında.
Ve her ikisinde de insanlar
kendi sınırlarında yaşamayı öğreniyordu.

(derin bir nefes)

Üçüncüsünü henüz yazamadım.
Belki o film... bu konuşmadır.
Çünkü üçüncüsünün konusu hep aynıydı:
Ekoton’lardaki ve insanlardaki
hassas bir denge alanı.
Denge, kırılganlık, geçicilik.
Sınırları bulanık bir mekân.
Uyum ile çözülme arasındaki sessiz gerilim.

(sesi kısılır)

Belki de yazmak için önce
o dengeyi kaybetmem gerekiyordur.
Belki ben hâlâ sahnenin başlamasını bekliyorumdur.

(susar, derin bir sessizlik olur)

Adam:

Küçükken elektrikler kesilirdi.
Babam el fenerini getirirdi,
ve o an sessizlikle karanlık birleşirdi.
Korkardım ama garip bir huzur olurdu içimde.
Sanırım o duyguyu özlüyorum:
Dünyanın sesini kaybettiği ama kalbin hâlâ attığı anı.

(kameranın odağı duvardaki saate döner;

saniye ibresi durmuş, ama yağmurun damlaları ritim tutar.)

Adam:

Sanırım artık zamanla yarışmıyorum.
Yalnızca onunla yan yana yürüyorum.
Ama bazen o, hızlanıyor...
ben yerimde kalıyorum.
İşte o anlarda,
her şey dengede gibi görünür.
Ama biliyorum
bu denge, bir an sonra kırılacak.

(uzun bir sessizlik)

Adam :

Geçen gün aynaya baktım.
Kendimi tanıdım, ama
o kişiyle konuşacak bir şey bulamadım.
Belki de artık konuşmak,
sadece yankı üretmektir.
Ve insan, kendi yankısında boğulur.

(kamera tekrar adama döner;
yüzü yarı karanlık, yarı ışıkta.)

Adam:

Şunu fark ettim:
Hayatım boyunca hep bir şeyleri onarmaya çalıştım
ama bazen kırık olan şey,
tamir edilmeye çalıştığı için kırılganlığını kaybediyor.
Bıraksak belki kendi biçimini bulacak.
Belki denge, tamir etmeyi bırakınca gelir.

(kısa bir sessizlik)

Ve belki...
hiçbir şey düzelmemeli.

(uzun bir sessizlik)

Kamera yavaşça sağa döner, kadına odaklanır.
Kadın hâlâ aynı şekilde oturuyordur.
Defteri hâlâ boştur.

Gözlerini kaldırır; adamın gözlerine değil, arkasındaki pencereye bakar.

Kadın (ilk kez konuşur):

“Bazen su da kendi dengesini bulmak için taşar.”

(sessizlik)

Kadın:

“Belki siz, taşmadan önceki son andasınız.”

(sessizlik uzar, adam gözlerini kaldırır ama cevap vermez)

Kadın:

(pencereden dışarıya bakarak)

“Peki... taşmaktan korkuyor musunuz?”

Kamera:

Adamın yüzü yarı gölgede kalır.
Ne evet, ne hayır der.
Sadece bakar.

Dışarıdaki yağmurun sesi yavaşça azalır.
Akvaryumun camında tek bir hava kabarcığı yükselir.
Siyah ekranda yazı belirir:

“Ekoton;
Orada hiçbir şey tam olarak bir yere ait değildir,
ama her şey var olmanın eşiğindedir.”

(Dış ses, filmin başındaki aynı tonda, sakin ve ölçülü bir biçimde okur.)

Kısa bir sessizlik.
Sonra yalnızca akvaryumdaki suyun hafif uğultusu duyulur.

Film biter.