Ekoton diye bir kelime takıldı kafama bir süredir. Biyoloji dersinde arka sıralarda bir yerlerde kalmış, ama yıllar sonra “ben hâlâ buradayım” diye geri dönen bir kavram. Kısaca, iki ekosistemin buluştuğu, sınırların birbirine karıştığı geçiş bölgesi. Ne tamamen orman, ne tamamen çayır; ne bütünüyle göl, ne de kara… Aradaki o ince, kırılgan, canlı şerit.
Sonra fark ettim ki, insan ilişkileri de tam böyle yerlerde filizleniyor. Ne tam tanıdık, ne tam yabancı; ne tam içimizde, ne tam dışımızda. Bu düşünceden yola çıkıp, ekotonun dört temel özelliğini –sınır, çeşitlilik, hassas denge ve sürekli değişim– anlatan dört kısa film hayal ettim. Bu benim ilk senaryo denemem; hikâye okumayı seven, sinemayı uzaktan uzun uzun izleyen biri olarak ilk kez “Ben de anlatmayı denesem mi?” dedim. Biraz cesaret, biraz merak, biraz da yapay zekânın omuz desteğiyle yola çıktım.
İlk film, Sınırların Buluştuğu Yer, Ege’de sisli bir köy yolunda geçiyor. Yeni atanmış, kendi içine kapanık bir öğretmen; her sabah aynı yoldan geçen, süt bidonlarının metal sesiyle hatırladığımız bir sütçü. Aralarındaki şey, büyük laflar değil; tekrar eden, neredeyse komik bir cümle: “Bugün hava dönecek galiba.” Aslında ikisi de kendi hayatlarının ekotonunda duruyor: şehre alışmış bir genç kadın ile köyün içinde kalmış bir adam. Bu filmde, iki çizginin birbirine doğru usulca yaklaşmasını izlemek istedim. Ne aşk, ne kavga; sadece sınırda durmanın o hafif gerginliği.
İkinci film, Çeşitliliğin Arttığı Bölge, metronun soğuk ışığında açılıyor. Didem Madak kitapları taşıyan iki kadın: biri orta yaşlı, diğeri genç. Biri büyümeyi bir tür defin töreni gibi anlatırken, diğeri hiç bitmeyen bir çocukluğun yorgunluğunu taşıyor. Şehir burada kocaman bir ekoton: insanların değil, yalnızlıkların buluştuğu yer. Aynı şairin iki kitabı, iki ayrı elde. Birkaç duraklık bir yolculukta, iki kadın birbirinin içinden geçen cümleler buluyor. Bütün film, kalabalığın ortasında kurulabilen o küçük, utangaç ittifakın peşinde.
Üçüncü film, Hassas Bir Denge Alanı, tek mekân. Bir psikolog odasında, yağmur sesinin ve akvaryumdaki suyun uğultusunun arasında sıkışmış bir adam konuşuyor. Aslında anlattığı şey, kendi içindeki ekoton: düzen isteyen yanıyla her şeyi dağıtmak isteyen yanı arasında kurmaya çalıştığı kırılgan denge. Odanın diğer ucunda, not almayan, sadece dinleyen bir terapist var. Film boyunca hiçbir “büyük çözüm” gelmiyor; sadece küçük bir cümle: “Bazen su da kendi dengesini bulmak için taşar.” Benim için bu film, bir insanın kendi iç iklimini izlemeye cesaret edişiyle ilgili.
Dördüncü ve son film, Sürekli Değişen Bir Alan, insanları tamamen sahneden çekip, ekotonu kaynağına, doğaya geri götürüyor. Göl ile kara arasındaki sazlıklarda yaşayan bir yaban ördeği çifti var. Uzun planlarda onların rutinini izliyoruz: beraber yüzmeleri, aynı anda suya dalıp çıkmaları, yuvaya dönmeleri… Sonra bir silah sesi, kanat çırpışları, havada asılı kalan birkaç tüy. Çiftten biri yok artık. Kalan ördeğin, aynı mekânlarda tek başına dolaşmasını, ilk yalnız gecesini, yavaş yavaş hayata tutunuşunu gösteriyoruz. Finalde küçük bir yavru beliriyor; ölümün ardından açılan boşluğa yerleşen yeni bir denge.
Bu dört filmde büyük dramlar anlatmaya çalışmadım. Ekranlardan taşan çığlıkların, ajitasyonun, zorla göze sokulan duyguların biraz uzağında durmak istedim. Daha çok bakışları, küçük jestleri, tekrar eden cümleleri, bir odadaki sessizliği, sazlığın hışırtısını, metro uğultusunun içindeki ince şiir sesini duymaya çalıştım.
Ekoton fikri bana, hayatın asıl yükünü bu “arada” kaldığımız yerlerde taşıdığımızı hatırlattı: köy ile şehir arasında, gençlik ile yetişkinlik arasında, susmak ile konuşmak arasında, kalmak ile gitmek arasında…
Yapay zekâ, bu süreçte yanımda oturan sessiz bir senaryo arkadaşı gibiydi. Öneriler getirdi, ben eledim; ben anlatmak istedim, o toparladı. Sonunda ortaya çıkan şey kusursuz değil; ama tam da ekotonlara yakışır şekilde: sınırda, geçici, kırılgan ve canlı.
Belki bu filmler bir gün çekilir, belki sadece kâğıt üzerinde kalır. Ama ben artık köy yoluna, metro vagonuna, bir terapi odasına ya da göl kenarındaki sazlıklara bakarken aynı şeyi düşünüyorum:
“Burası da bir ekoton. Burada görünmeyen bir hayat ve sürekli bir vedalaşma var.”
Eğer bu yazıyı okuyan biri de kendi hayatındaki o ince çizgiye bir kez daha bakarsa, sanırım anlatmak istediğim şeye biraz olsun yaklaşmışım demektir.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder