![]() |
| Jonas Mekas - Walden (Günlükler, Notlar ve Eskizler - 1969 |
Bir insanı ve onun neyi neden öyle yaptığını anlamak için bazı ipuçlarını yakalamak zorunlu. En yakınımız bile olsa, eğer bu ipuçlarını tutamazsak, elimizden kayıp gidiyor.
Çok severek izlediğim Mekas'ın sinemasını anlamak için, onlarca saatlik filmografisinin içinden, bu 4 dakikalık ipucunu yakalamak bana inanılmaz bir keyif verdi.
Konu hızlıca ve kolayca anlaşılsın diye, kısa bir teknik bilgi, sonra filmden Mekas'ın kahvaltı sahnesi, sonra mektup, en sonda da alıntının olduğu sahneyi koyacağım. Sonra da gidip yatacağım. Uyumam da gerek.
Jonas Mekas (1922–2019), Litvanya’dan savaş sonrası Amerika’ya göç etmiş bir şair, yönetmen ve sinema günlükçüsü. New York’ta avangard sinemanın kalbini oluşturan çevrelerin içinde yer alıyor; Film Culture dergisinin kurucularından, aynı zamanda Anthology Film Archives’ın da mimarlarından biri. Onun için sinema, büyük stüdyoların değil, elinde 16mm kamera taşıyan yalnız insanların, göçmenlerin, şairlerin alanı: “yaşamı olduğu gibi kaydetmek” için tutulan hareketli bir günlük.
1969 tarihli Diaries, Notes and Sketches (kısaca Walden), Mekas’ın 1964–1968 arasında çektiği 16mm görüntülerden oluşan üç saatlik bir film günlüğü. New York sokakları, dostlarla piknikler, kışın karı, yazın ışığı, partiler, yürüyüşler… Hepsi sanki defterin kenarına alınmış notlar gibi, kısa, titrek, parça parça görüntüler halinde karşımıza çıkar. Filmde klasik anlamda “hikaye” yoktur; daha çok, zamanın içinden geçen bir hayatın dağınık ve çok kişisel bir kaydı vardır.
Mekas, sinemayı bir “günlük tutma” pratiği olarak görür: Büyük dramlar, süslü senaryolar, dramatik kurgular değil; küçük anların, sıradan mutlulukların, melankolik sessizliklerin peşindedir. Kamerası, evdeki bir kahkaha, sokaktan geçen bir yüz, yoldan geçen bir araba kadar önemsiz görünen şeylere yönelir. Bu yaklaşım, hem belgeselden hem kurmacadan ödünç alan, ama ikisine de tam olarak benzemeyen bir kişisel sinema dili yaratır: İçten, eksik, fragmanlı ve tam da bu yüzden sahici.
Walden’ın bir yerinde, görüntülerin üzerine Aziz Haçlı Yuhanna’nın (St. John of the Cross) 22 Kasım 1587’de Granada’da yazdığı mektuptan uzun bir pasaj okur. Mektup, manastırdaki rahibelere hitap eden ruhani bir öğüttür: Çok konuşmanın ruhu dağıttığını, asıl ihtiyacın “susmak ve uygulamak” olduğunu söyler; yeni sözler, yeni açıklamalar aramanın yerine, sessizlik içinde derinleşmeyi, acıya sabretmeyi ve Tanrı’ya sessiz bir sevgiyle yönelmeyi öğütler. Mektubun en çarpıcı fikri, “O’nun anladığı tek dil sessiz sevgidir” cümlesinde yoğunlaşır.
Mekas, bu mektubu filmine yerleştirerek, kendi sinemasının gizli manifestosunu işaret eder sanki. Walden zaten az konuşan, hiç açıklamayan, seyirciden “boşlukları kendisinin doldurmasını” bekleyen bir film; görüntüler, anlatılmak yerine gösterilir ve çoğu şey sessizliğe emanet edilir.
Aziz Haçlı Yuhanna’nın “konuşma dikkat dağıtır, asıl olan sessizlik ve uygulamadır” diyen metni, bu yüzden Walden’ın kalbine çok yakışır: 16. yüzyıl manastırındaki içe kapanma çağrısı, 20. yüzyılın gürültülü New York’unda kamerayla tutulan bir günlükte yeniden yankılanır.
Böylece Mekas’ın kişisel sineması, mistik bir sessizlik fikriyle buluşur; film, hem bir şehir günlüğü hem de izleyiciye “daha az açıklama, daha çok bakış” öneren bir manifesto haline gelir.
Beas Manastırındaki Ana de Jesús’a
ve diğer Yalınayak Karmel Rahibelerine
Granada, 22 Kasım 1587
İsa ile Meryem ruhlarınızda olsun, kızlarım.
Mektubunuz beni çok teselli etti; Rabbimiz bunun karşılığını size versin.
Mektup yazmamış olmam, isteksizliğimden değildir, çünkü sizin gerçek iyiliğinizi içtenlikle istiyorum. Fakat gerçekten önemli olanı yapmak için yeterince çok şeyin zaten söylenmiş ve yazılmış olduğunu düşünmemdendir. Eksik bir şey varsa, bu eksik yazmakta ya da konuşmakta değildir. Bunlar çoğu zaman fazladır bile. Asıl eksik olan susmak ve uygulamaktır. Çünkü konuşmak dikkati dağıtır; susmak ve yapmak ise ruhu toplar ve ona güç verir.
Bu yüzden, bir kimse kendisine yararı için söylenenleri bir kez anladığında, artık daha fazlasını işitmeye ya da konuşmaya ihtiyacı yoktur. Onları gerçekten, sessizlik ve dikkat içinde, alçakgönüllülük ve sevgiyle ve nefsini hor görerek uygulaması gerekir. Sonra da yeni sözler, yeni şeyler aramaya koyulmamalıdır. Çünkü bu, yalnızca dışarıdaki şeylere yönelik iştahı tatmin etmeye yarar. Onu da tam tatmin edemez ve ruhu içsel erdemden yoksun, zayıf ve boş bırakır.
Bundan ötürüdür ki ne baştaki ne de sondaki fayda verir. Hazmetmeden üstüne yeniden yiyen kimseye benzer. Doğal sıcaklık hem öncekine hem sonrakine bölündüğü için, hepsini özüne dönüştürecek gücü kalmaz ve böylece hastalık doğar.
Kızlarım,
Şeytandan ve kendi duygusallığımızdan ruhu korumayı bilmek çok gereklidir,. Yoksa farkına varmadan kendimizi çok az ilerlemiş ve Mesih’in erdemlerinden pek uzaklaşmış buluruz. Sonra da, kendi emeğimiz ve işlerimiz tersine dönmüş halde uyanırız. Lambamızı yanar sanırken sönmüş buluruz. Çünkü bize göre onu alevlendirmek için verdiğimiz nefesler, belki de daha çok onu söndürmeye yarıyordu.
Şu halde diyorum ki: Bunun böyle olmaması ve ruhu, dediğim gibi, koruyabilmek için, acıya sabretmekten ve ruhu susturmaktan; duyuları, yalnızlık alışkanlığı ve tüm yaratıkları ve bütün olup bitenleri unutma yönelimiyle kapatmaktan, dünya yıkılsa bile, daha iyi bir çare yoktur. Ne iyi ne kötü hiçbir şey için, kalbini içten bir sevgiyle yatıştırmaktan ve karşına çıkacak her şeyde, acıya sabretmeye hazır olmaktan vazgeçme.
Çünkü erdem öylesine yüce bir değere sahiptir ve ruhun sevinci öylesine zengin bir kıymettir ki, bütün bunların bile, Tanrı dilerse ancak yetmesi umulur. İnsanın ruhen ilerlemesi, ancak her şeyi erdemlice yapıp acıya sabrederek, her zaman sessizliğe bürünmesiyle mümkündür.
Bunu da iyi anlayın, kızlarım:
Konuşmaya ve ilişki kurmaya çabucak yönelen bir ruh, Tanrı’ya çok az yönelmiştir. Çünkü gerçekten Tanrı’ya yönelmiş olduğunda, içten bir güç onu hemen susmaya ve her türlü sohbetten kaçmaya çeker. Zira Tanrı, ruhun, ne kadar üstün olursa olsun ve ona ne kadar uygun görünürse görünsün, herhangi bir yaratılmışla sevinmesinden çok, kendisiyle sevinmesini ister.
Sevgili Kız Kardeşlerimin dualarına kendimi emanet ediyorum; ve sevgim ne kadar az olsa da, onun sizin tarafınıza yönelmiş olduğundan emin olun. Borçlu olduğum sizleri unutamıyorum. Rab hepimizle olsun. Amin.
En büyük ihtiyacımız, yüce Tanrı’nın önünde hem iştahımızı hem dilimizi susturmaktır.
Çünkü O’nun duyduğu tek dil, sessiz sevgidir.
Granada’dan, 22 Kasım 1587
Fray Juan de la Cruz
![]() |
| Litvanya - 1971 |
Aziz Yuhanna “susmaktan” söz ederken, Mekas’ın da dil ile problemli bir ilişkisi var: Litvanyalı bir mülteci, İngilizceyi sonradan öğrenmiş, aksanlı, tedirgin.
Günlük görüntüler: Litvanyalı bir göçmenin New York’ta kurmaya çalıştığı hayat.
Mektup: Dilin yetmediği yerde, içsel bir sessizliğe çekilme çağrısı.
Böyle bakınca:
“Konuşmak dikkat dağıtır” cümlesi, hem mistik bir öğüt, hem de sürgünün deneyimine dair bir cümle gibi:
“Bu şehirde ne dersem diyeyim, tam anlatamayacağım; o halde en dürüst yol gözlemek, kaydetmek.”
Mekas’ın sinemasının “günlük” olması tam da bununla bağlantılı:
Dil yerine imgeyle tutulan bir günlük.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder