6 Kasım 2025 Perşembe

Nasıl Geldim Bu Günlere

En sevdiklerimden birisidir bu öykü. Öykü de değil aslında, Don Camillo'nun Küçük Dünyası kitabındaki, yazarın önsözü. Bilgisayardaki kitapları karıştırırken çıktı karşıma. 
Filmi de var.

Mayıs 1908’de başlamış hayatım, olaylar arasında sürüp gitmekte...

Ben doğduğumda, annem dokuz yıldır ilkokul öğretmenliği yapıyormuş. 1949 yılının sonuna dek de sürdürdü bu işini. O zaman bölgenin papazı, bütün kasaba halkı adına, hizmetlerine karşılık bir çalar saat armağan etti. Elektriksiz, susuz, ama bol bol hamamböcekli, sivrisinekli okullarda elli yıl öğretmenlik yaptıktan sonra, çalar saatinin tik taklarını dinleyerek, hükümetin dilekçesine ilgi gösterip kendisine bir emekli aylığı bağlamasını bekliyor şimdi annem.

Ben doğduğum sıralarda, babam biçerdöverden gramofona kadar her türlü makineye meraklıymış. Benim burnumun ucundakine benzer koskocaman bıyıkları varmış. Şimdi de güzel bıyıkları var, ama artık hemen hemen hiçbir şeye meraklı değil. Gazete okumakla geçiriyor gününü. Benim yazdıklarımı da okuyor okumasına ya, yazma tarzımı da düşünme tarzımı da beğenmiyor.

O eski günlerde pırıl pırıl bir adammış babam. Otomobille bütün İtalya’yı dolaşmış; hem de halkın “kendi kendine yürüyen şeytan arabasını görmek için” bir kasabadan öbür kasabaya gittiği günlerde... O parlak dönemden bana kalan tek hatıra, arkasında sıkılacak bir lastik yuvarlağı olan bir otomobil klaksonudur. Yatağının başucuna vidalamıştı onu; ara sıra çalardı, özellikle yaz günlerinde.

Bir de erkek kardeşim var. Ama iki hafta önce aramızda bir tartışma geçti. Onun için ondan söz etmesem daha iyi olacak.

Bunlardan başka, dört silindirli bir motosikletim, altı silindirli bir otomobilim, iki çocuklu bir karım var.

Ailem gemi mühendisi olmamı istiyordu; hukuk okudum bu yüzden. Böylece kısa bir süre sonra tam anlamıyla bir afiş ressamı ve karikatürist olup çıktım. Okulda hiç kimse bana resim öğretmeye kalkışmadığı için, elbette resim yapmanın özel bir çekiciliği olacaktı benim için. Reklam resimleri ve karikatürlerden sonra tahta oyma işleri, tiyatro dekorları da yaptım.

Bu arada, bir şeker fabrikasında kapıcılık, bir bisiklet park yerinde kâhyalık da yaptım. Müzikten hiç anlamadığım halde bazı arkadaşlarıma mandolin dersi vermeye başladım. Nüfus sayımı memurluğundaki başarım dillere destan oldu. Bir yatılı okulda öğretmenlik yaparken, bir mahallî gazetede düzeltmenlik işini buldum. Mütevazı aylığıma bir ek olsun diye, makaleler ve olaylar hakkında öyküler yazmaya başladım. Pazar günleri boş olduğumdan, pazartesi günleri yayınlanan bir haftalık derginin yayın müdürlüğünü üstlendim. İşimi elden geldiğince çabuk bitirebilmek için yazıların dörtte üçünü kendim yazıyordum.

Güzel bir gün trene atlayıp Milano’ya gittim. Orada Bertoldo adlı bir mizah dergisine girmeyi başardım. Yazı yazdırmıyorlardı bana bu dergide, ama resim yapmama izin vardı. Bu izinden yararlanarak, kara kâğıtlara beyaz çizgilerle resimler çizip dergide geniş iç karartıcı alanlar yarattım. Saul Steinberg, Milano’da mimarlık okurken, ilk resimlerini bu dergiye çizmişti; Amerika’ya dönünceye dek de bu dergide çalıştı.

Hiç de benim elimde olmayan nedenlerle harp patladı. 1942’de, bir gün, kardeşim Rusya’da kaybolduğu ve ondan hiçbir haber alınamadığı için adamakıllı kafayı çekip sarhoş oldum. O gece Milano sokaklarında bağıra çağıra dolaşarak sayfalarca resim kâğıdı doldurmuş olduğumu, ertesi gün siyasi polis tarafından tutuklanınca öğrendim. Durumuma üzülen birçok kişi sonunda kurtardılar beni. Ama polis ortada dolaşmamı istemediğinden askere alındım.

9 Eylül 1943’te, faşizmin yıkılışıyla birlikte, bu kez Kuzey İtalya’da Alessandria’da Almanlar tarafından esir edildim. Onlar hesabına çalışmak istemediğimden Polonya’daki bir toplama kampına gönderildim. Birçok Alman toplama kampını dolaştım. 1945’te bulunduğum kamp İngilizlerin eline geçti, beş ay sonra İtalya’ya gönderildim.

Esirlikte geçen günlerim, hayatımın en yoğun çalışma dönemi olmuştur. Canlı kalabilmek için elimden gelen her şeyi yapmam gerekliydi. “Beni öldürseler bile ölmeyeceğim.” diye özetleyebileceğim bir programa kendimi vererek başarıya ulaştım. (İnsan kırk beş kiloluk bir kemik torbasına dönüşür; üstelik bit, tahtakurusu, pire, açlık ve hüzün de buna eklenirse, canlı kalmak kolay değildir.)

İtalya’ya döndüğümde birçok şeyi, özellikle de İtalyanları değişmiş buldum. Bu değişiklik iyi yönde mi olmuş, yoksa kötü yönde mi diye öğrenmek için uzun süre çaba harcadım. Sonunda hiç değişmediklerini anlayınca öylesine üzüldüm ki, evime kapandım.

Bundan kısa bir süre sonra, Milano’da Candido adında bir dergi kuruldu. O zaman da, şimdiki gibi bağımsız olduğum halde, o dergide çalışmaya başlayınca, kendimi gırtlağıma kadar politikaya gömülmüş buldum. Şu da var ki, dergi çalışmalarımı pek değerli buluyordu. (Kim bilir, belki de şimdi yayın müdürü olduğum içindir bu.)

Birkaç ay önce, İtalyan komünistlerinin lideri Bay Palmiro Togliatti, bir konuşmasında soğukkanlılığını yitirerek, “Üç burun delikli adamı icat eden Milanolu gazetecinin üç misli aptal olduğunu” söyledi. Bu üç kat aptal benim; bu söz politika alanındaki gazetecilik çalışmalarımın en güzel değerlendirilmesi olmuştur bence. Üç burun delikli adam şimdi pek ünlüdür İtalya’da; onun yaratıcısı da benim. İtiraf edeyim ki, bir kalem vuruşuyla bir komünistin kişiliğini canlandırabilme başarımdan gurur duyuyorum. İyi bir buluştu o. (Burnunun altına iki yerine üç delik kondurmuştum, tamamdı.)

Neden alçakgönüllü olayım? Seçimlerden önce yazıp çizdiğim başka şeyler de işe yaradı hep. İnanmayanlar gelip baksın; tavan arasında, beni yeren bir çuval dolusu yazı var.

Don Camillo’nun Küçük Dünyası pek başarı kazandı İtalya’da. Bu öykülerin ilk dizisi olan bu kitap daha şimdiden yedi kez basıldı. Birçok kişi Don Camillo’nun Küçük Dünyası hakkında uzun uzun yazılar yazdılar; birçokları da şu ya da bu öykü hakkında mektuplar gönderdiler. Şimdi biraz kafam karıştı; Don Camillo’nun Küçük Dünyası üzerine kendim bir yargıya kalksam mahcup olacağım.

Bu öyküler, Po Irmağı boyunca uzanan Emilian ovasındaki Parma şehrinde, yani benim memleketimde geçer. Orada politika tutkusu insanı rahatsız edecek bir yoğunluktadır. Ama yine de halk sevimli, konuksever, eli açıktır. Mizah duyguları oldukça gelişmiştir. Ya bütün yaz boyunca beyinlerine vuran o dehşetli güneştendir; ya da kış boyunca üstlerine çöken o yoğun sistendir bu.

Bu öykülerin kişilerini gerçek hayattan aldım. Hatta kimi öyküler öylesine gerçektir ki birçok kez ben öykümü yazdıktan sonra olay gerçekten olmuş, gazeteler de yazmıştır.

Aslında gerçek, düşü geride bırakır. Bir gün, bir politika toplantısında, muhalefetin broşürlerini atan bir uçağa kızan Peppone adındaki bir komünist hakkında bir öykü yazmıştım. Peppone makineli tüfeğe sarılır, ama uçağa ateş etmeye eli varmaz bir türlü. Bunu yazdığımda kendi kendime: “Fazla hayali oldu bu.” demiştim. Birkaç ay sonra Spilimberg’de komünistler ateş etmekle kalmayıp uçağı düşürdüler bile.

Don Camillo’nun Küçük Dünyası hakkında başka söyleyeceğim bir şey yok. Zavallı bir adamın böyle bir kitap yazdıktan sonra, bir de onu anlamasını ummamalısınız.

Boyum 1.78. Olup olacağı sekiz kitap yazdım. “Böyle Kişiler” adlı bir film de çevirdim; şimdi bütün İtalya’da oynatılıp duruyor. Birçok kişi beğendi filmi, birçokları da beğenmedi. Bana sorarsanız umurumda bile değil. Hayatta birçok şey umurumda olmamıştır zaten. Ama bütün suç bende değil, savaştadır. Savaş içimizdeki birçok şeyi yaktı, yıktı. Gereğinden fazla ölen, gereğinden fazla da yaşayan gördük.

Boyumun 1.78 olmasına, saçlarımın dökülmediğini de ekleyebilirsiniz.

GIOVANNI GUARESCHI
Don Camillo’nun Küçük Dünyası
(Nasıl Geldim Bu Günlere)

🎬Don Camillo (1952)


Bugün akşama doğru börekçiye gittim. Börekçi "Nerelerdesin sen? Beş gündür görmedim ben seni" dedi. Avukat, trafik cezalarındaki artıştan bahsetti. Masadakiler uyku apnesini konuştular. Ben kaderime rıza gösterip, sessizce çay içtim. 

Geleceğe dair umutlarım var, diyemem. Ne olacağını bilmiyorum. Öyle büyük laflar edemem. Ama böyle iyiyim, daha iyiyim.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder