5 Ekim 2025 Pazar

Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi

5 Eylül 2025 Saat 02:26 

Biraz önce "Ennio Morricone ve Nino Rota'dan Film Müzikleri" konserinden geldim. Konserin sonunda, daha doğrusu konseri dinlerken, Cesare Pavese'nin günlüklerinden bir söz geldi aklıma. Tarihe not düşmek için yazıyorum:

"8 Şubat - Zaferin tadını çıkarabilmemiz için ölülerin dirilmesi, yaşlıların gençleşmesi, uzaktaki dostlarımızın dönmesi gerekir.  Biz bunun düşünü dar bir çevrede, bizim için bütün dünya sayılan bildik yüzler arasında kurmuştuk; şimdi büyüdüğümüze göre, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin gene bu yüzlerde yansımasını isteriz. Oysa onlar yaşlanmış, ölmüş, kayıplara karışmışlardır. Bir daha dönmemecesine.  Bu durumda umutsuzca çevremize bakar, bizi yalnız bırakan, ama bizi seven, yaptıklarımıza hayranlık duyacak olan bu küçük dünyayı yeniden yaratmaya çalışırız. Ama böyle bir dünya yoktur artık."


Bir de, konser sırasında arkamdaki adam, yanındaki kadına o kadar çok şey anlatıp, o kadar çok şey konuştu ki; neredeyse arkamı dönüp; 

"Abla ben buraya karşıdan 3 vesaitle geldim. 3 vesaitle geri döneceğim. Üstüne bir de yağmur yağdı donuma kadar ıslandım. Vereceksen ver, konuşturup durma şu adamı. Şarkıları dinleyeceğim." demedim. Demem. Çünkü ben şehirli, eğitimli, cemiyette yeri olan bir beyim. Adamın ihtiyaçlar hiyerarşisine verdim. 

Şimdi uyumam lazım. Sabaha Ayasofya'ya, akşama da Kadıköy'e Petzold'un son filmine gideceğim. Bu kadar çok gezerken, ayağıma tatsız şeyler bulaşmasa bari.

4 Ekim 2025 Cumartesi

Bilader'le buluştuk


Hani bazen bir kedi görürsün veya başka bir şey ve fotoğrafını çekmek istersin. Alabildiğine öylesine bir görüntü,  öylesine bir an gibi görünür. Sanatsal bir yanı olmadığı gibi, toplumsal ya da varoluşsal mesajı falan da yoktur. Herkesin, her an görebileceği, sıradan bir anın fotoğrafıdır çektiğin. 

Ama o an'da öyle bir şey vardır ki, kendinin bile anlayamadığı şekilde, gelir ve ruhuna dokunuverir. "Nasıl yani?" dersin "Bunca emek verilmiş, süslenmiş püslenmiş, teknik şartnamelere uyulmuş fotoğrafa rağmen; neden "bu an", "bu görüntü" bana bu kadar dokundu. Nasıl beni böylesine içine aldı? Niçin ben onda kendimi buldum?"

Psikolojiye taparcasına iman etmiş modern dünya, bu konuda sana bir sürü şey söyler. Anılar der, bilinçdışı der, bilmem ne der. Ama ben buna inanmam. Çünkü Robert Bresson' un "Sinematograf Üzerine Notlar" kitabında okumuştum, "Her şeyi açıklayabileceğini düşünen psikolojiden, uzak dur" diyordu. Biliyorum, tanıyorum psikolojiyi. Ama onun, bu asılsız şekilde, "her şeyi açıklayabileceği iddiası"ndan dolayı gerektiğinde uzak durmayı tercih ediyorum. 

O zaman asıl sorumuza tekrar dönelim: O an, ya da o görüntü, neden kalbimize böylesine dokunur?Bence bunun cevabı, ruh tanışıklığı. Bezm-i elest. Çoktan unutmuş olduğumuz, ruhların o ilk tanışıklık zamanı.

Lafı çok uzatmayayım; bugün Bilader'le buluştuk ve ben bu tanışıklığı tekrar hatırladım. 

Çok merak ediyorum, acaba o ilk karşılaşmamızda, acaba daha başka kimleri çok sevdik? Ve ne zaman bir daha ayrılmamak üzere tekrar kavuşacağız?

3 Ekim 2025 Cuma

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal


Tarihte kaydedilmiş en uzun yaşayan kedi, 38 yıl 3 gün yaşamış. Genel olarak, ev kedilerinin ortalama yaşam süresi 12 ila 18 yıl arasında değişirmiş. Sokak kedilerinin ortalama ömrü ise; zorlu yaşam koşulları, hastalıklar ve kazalar nedeniyle 5 ila 8 yıl civarında imiş.

Fotoğrafta, bankta oturan (muhtemelen kardeş) sokak kedileri olduğuna göre, sokak kedisi olmakla kalmayıp bir de İstanbul arenasında yaşadıkları göz önünde bulundurarak, diyebiliriz ki ortalama yaşam ömürleri 5 yıldır.

5 yılı esas alarak geçmişe gidersek, bu kardeşlerin Büyük Büyük Büyük Büyükdedeleri ya da Büyük Büyük Büyük Büyüknineleri doğduğundan bu yana blog yazıyorum.

"Eğer ortalama bir sokak kedisinin yaşam süresini 5 yıl kabul edersek ve nesil süresini (yavruların üremeye başlayıp yeni nesil oluşturma süresini) de bu süreye yakın, örneğin 4-5 yıl olarak alırsak:

20 yıl önce yaşamış olan kedi, bugünkü kedinin yaklaşık 4. ila 5. kuşak önceki atası olacaktır (20 yıl/5 yıl=4 nesil).

İnsan dilindeki akrabalık terimleri bu kadar geriye giden nesiller için çok yaygın değildir, ancak genel terminolojiyi kullanarak onu şöyle adlandırabiliriz:

Büyükbaba (Dede): 1 nesil önce
Büyük Büyükbaba (Büyük Ebeveyn): 2 nesil önce
Büyük Büyük Büyükbaba (Büyük Ebeveynin Ebeveyni): 3 nesil önce

Bu durumda, 4. veya 5. nesil önceki ata için en uygun ve resmi adlandırma şudur:

"Dördüncü ya da Beşinci Kuşak Öncesi Atası"

Veya daha samimi bir dille, "Büyük Büyük Büyük Büyükdedesi" diyebiliriz. Ancak bu terim günlük dilde pek kullanılmaz." 

(Kaynak : Gemini)

NesilSüre (Yaklaşık)İnsan Terimi (Kabaca)
Bugünkü Kedi0 yılSiz
1. Nesil Önce4-5 yılEbeveyn (Anne/Baba)
2. Nesil Önce8-10 yılBüyük Ebeveyn (Dede/Nine)
3. Nesil Önce12-15 yılBüyük Büyük Ebeveyn
4. Nesil Önce16-20 yılDördüncü Kuşak Önceki Ata
5. Nesil Önce20-25 yılBeşinci Kuşak Önceki Ata

(Kaynak : a.g.e.)

Sen şimdi diyeceksin ki "Ben bütün bu boş bilgilere, gece gece neden maruz kalıyorum?" Tabi ben nezaketli bir adam olduğum için, "Blog okuma meraklısı olan sensin, bir tür sado-mazo ilişkisi diyebiliriz" demeyeceğim ve izah edeceğim. Şöyle ki;

Bundan yaklaşık 20 yıl önce bir hayal kurmuştum. Sonra bir şekilde yolum fotoğraftaki banka düştü. Bir süre bankta oturdum. Sonra biraz yürüdüm. Bir kaç bardak çay içtim. Sigara yaktım ve bir aydınlanma yaşadım: Hayalim gerçek olmuştu! İşte o an dünyaya bambaşka gözlerle bakmaya başladım. Sanki ikinci bir şans verilmişti ve yeniden dünyaya gelmiştim.

İşte ben, bu sevinçle geri dönerken, bankta uyuyan kedileri gördüm ve fotoğraflarını çektim. Çok tatlı uyukluyorlardı, ben de çektim. Mutlu insanlarda olur bu, bilirsin. Kedi fotoğrafı çeker, kelebek fotoğrafı çeker, kuşburnu fotoğrafı çeker. Pelit fotoğrafı çeken bile gördü bu gözler. -Palamut'a bizim oralarda pelit denir- Mutluluk işte, insana ne yaptıracağı belli olmaz.

Sonra bu akşam telefonumu karıştırırken, hayalimin gerçekleşmiş olduğu konusunda aydınlanmış ve mutlu bir haldeyken fark etmediğim bir şeyi fark ettim. Dedim "Ben bu hayali, bu kedilerin, Büyük Büyük Büyük Büyükdedeleri doğduğunda kurmuştum." Bir anda zamanın ne de hızlı geçtiğini ve geçeceğini hatırladım. 

Muhtemelen ben bu hayali kurduğumda, orada bu bank yoktu. Hatta o durak, o otobüs hattı bile yoktu. Kediler zaten yoktu. Ve yine kuvvetle muhtemel, bir 20 yıl sonra yine; ne o otobüs hattı, ne o durak, ne de o bank olacak. Kediler de olmayacak. Ben olur muyum bilmiyorum. 

O zaman dedim kalacak olan ne? Baki olan ne? Şairin dediği mi? Bir hoş seda mı?  

Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i Hümâ imiş
İklim-i hüsne anın içün pâdişâ imiş

Bir secde ile kıldı ruh-i âftâbı zer
Hak-i cenâb-ı dost aceb kîmyâ imiş

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

Görmez cihânı gözlerimiz yârı görmese
Mir'ât-ı hüsni var ise âlem-nümâ imiş

Zülfün esîri Bâkî-i bîçâre dostum
Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş

Bâki

Sevgilinin siyah saçları,
hüma kuşunun kanadının talih bağışlayan gölgesi imiş.
Onun için o, güzellik ülkesinin sultanı imiş.

Bir secde etmekle güneş gibi güzel yüzü altına dönüştü
Sevgilinin çevresinin toprağı nasıl bir kimya imiş

Yüksek sesini bu aleme Davut gibi sal
Çünkü bu gök kubbede baki kalan ancak hoş bir seda imiş.

Gözlerimiz sevgiliyi görmezse dünyayı görmez olur.
Onun güzelliğinin aynası varsa dünya görünür olur.

Bu biçare Baki zülfünün esiridir sevdiğim,
Bela kemendinin esaretinin bir tiryakisi imiş

Meraklısına :

Bugünlerde bloglarda adet olduğu üzere ben de bir şarkı paylaşayım:

29 Eylül 2025 Pazartesi

Mutluluk fotoğrafa benzer daha çok!

 

Herkes bilir ki; bazı sabahlar, bazı kuleler, bazı ışıklar, bazı yansımalar, bazı bulutlar, bazı dingin denizler, bazı mutluluklar, çok nadir bir anda, bir arada olurlar. O yüzden hiç üşenmeyip, utanmayıp, utandırmadan, arabadan inip fotoğrafını çekmeniz gerekir.

Sonra 'o an' biter ve bir arada olan her bir şey, uzayın boşluğuna doğru, kendi yollarına giderler. 1587 yılının sonbaharında, 635 yılının sabahında, M.Ö. 115 'in Eylül'ünde ya da 2025'in son günlerinde olduğu gibi. 

O anlarda aklıma hep John Berger'le Martine Franck'in faksla yazışmaları gelir.

John, 
Hep sen bana sorular sorup duruyorsun. Ben de sana bir soru sorabilir miyim? Mutlu musun? 

Martine  
08/03/98 - 10:05

Martine, 
Mutlu muyum? Mutluluğun bir hal olduğuna inanmıyorum aslında. Mutsuzluk olabilir ama mutluluk, doğası gereği, anlıktır. O an bir  kaç saniye sürebilir, bir dakika, bir saat, bir gün ve bir gece, ancak bir hafta böyle gitmesinin mümkün olabileceğini düşünmüyorum hiç. Mutsuzluk ekseriya uzun bir roman gibidir. Mutluluk fotoğrafa benzer daha çok! Ve senin dediğinle yakından ilintilidir: bir şeye hayranlıkla bakakalmak gibi.

John 
11/03/98 - 15:34

27 Eylül 2025 Cumartesi

Seyrimde Bir Şehre Vardım

 

Kara Davut Paşa Camii

Öğle vaktiydi, ben çıkmak üzereydim, o usulca yanıma geldi. Efendilikle minberin yanına kıvrıldı. Hareketlerindeki edep ve vakar dikkatimi çekti. Hemen dikkatimi çeker böyle şeyler çünkü. Arka tarafa geçip fotoğrafını çekmek için uygun zamanı kollamaya başladım. Bulunca da çektim. 

Üzerinde Afgan kıyafeti "perahan tunban (gömlek pantolon)" olsa da, ben simasından onun Afgan Türkmeni olduğunu düşündüm. Dışarıdaki tüm o kargaşaya, karmaşaya rağmen, temiz kalabilmiş biri olarak yorumladım. İçim açıldı. Becerebilsem, daha da anlatabilmek isterdim. Ama beceremeyeceğim. Belki birazcık "perehan (pîrâhen) - gömlek" ten bahsedebiriz:

Hafız- Şirazi:

Pîrâhen-i yâr buvud bûy-i vefâ dârad z’ûy. 
Hergiz în bûy-i dil-ārām ne-dîdem cüz în.

(Sevgilinin gömleğidir (Pîrâhen), ondan vefa kokusu gelmektedir. Bu gönül rahatlatan kokuyu, hiçbir zaman, bu gömlekten başka bir yerde görmedim.)

Mevlana :

Pîrâhen-i ten çû dered cân be-ferestend. 
Her ki în pîrâhen derd, ān zi gâm āsân şevend.

(Bedenin gömleği (Pîrâhen) yırtılınca, can (ruh) uçar gider. Her kim bu gömleği çıkarırsa (ölürse), o, gamdan kurtulur, rahatlar)

Fuzuli :

Pîrâhen-i sâlik hârî-i mestî-st, ey cân! 
Ney bâşed zi ârî dered, pîrâhen-i gâm ra. 

(Ey can! Yolcunun (sâlikin) gömleği, sarhoşluğun (aşkın) yırtığıdır. Gönül, ayıplardan utanmaz; gamın gömleğini yırtıp parçalar.)


Gülfem Hatun Camii Çeşmesi ve Çeşmeye Yakışır Gülü
"güldür gül" gibi.

Bir adamın hayatı nasıl bir şeydir


Saat gece 01:30 (Edit: 02:55)

Bilgisayarın başına geçtim, yeni yayın oluştura tıkladım ve dakikalarca boş ekrana baktım. Yazmayı çok istiyordum ama ne yazacağıma, nasıl yazacağıma, bir türlü karar veremiyordum. Belki yardımı olur diye telefonuma yazmak için not aldığım bazı cümlelere, bazı konulara göz gezdirdim. Ama oradan da bir şey çıkmadı.

Sonra nasıl olduysa, ta derinlerden akıp gelen bir yeraltı ırmağı gibi, çıkıp geldi Ozu'nun o sözü: "Ben bir adamın hikayesini anlatmak istiyorum. Ama dramatik olayları anlatmanın kolaylığına kaçmadan, bir adamın hayatı nasıl bir şeydir, onu anlatmak istiyorum." İşte bu. Hepsi bu. Bu kadar basit. Benim de istediğim bu. Bazen kendimin, bazen tanıdığım birinin, hayatını anlatmak istiyorum. Dramatik olayları anlatmanın kolaylığına kaçmadan, bir insanın hayatı nasıl bir şeydir, bundan bahsetmek istiyorum.

Bu yüzden en çok kendimi, ara sıra başkalarını, dışarıdan bir göz olarak izlemeyi seviyorum. Özellikle "bakmak" değil, "izlemek" diyorum ki, konu doğru anlaşılsın. Bakmak deyince sanki fotoğraf karesinde donuş bir anın görüntüsü aklıma geliyor. Oysa izlemekte, süregiden bir şeyler var. Başkalarının hayatında da var, kendi içimizde de. 

Eminim sen de yapıyorsun bunu. İçini izliyorsundur. Sen de benim gibi, içinde olup bitenlere şaşırıyorsundur. Hatta kuvvetle muhtemel, merak da ediyorsundur: Acaba şimdi ne olacak? diye.

İnsanın kendi içindekileri izlerken, acaba şimdi ne olacak? acaba şimdi ne hissedeceğim ya da ne düşüneceğim? diye merakla beklemesi, bana her zaman dramatik olaylardan daha sürükleyici, daha merak uyandırıcı gelmiştir. 

Galiba o kadar mikroskoba ve o kadar teleskoba rağmen, hala, insanı anlamak bir kenara, tam anlamıyla, kendimizi anlamayı bile başaramadık. Belki biraz şairler anlamıştır, diyorum. Ama onlar da anlamışlarsa bile, öylesine karmaşık, öylesine şifreli anlatıyorlar ki, şifre çözücünüz yoksa ya da giriş için gizli parolayı bilmiyorsanız, asla anlattıklarını anlayamıyorsunuz. 

Mesela şu şiir:

Beyaz iplik sert iplik ve tak tak
Yuvarlak top küçük top ve tak tak
Ping-pong masası varla yok arası
Ben ellerim kesik varla yok arası
...... Öpücüğüne eyvallah ve tak tak
Beraber sinemaya ... evet ... ve tak tak
Ping-pong masası varla yok arası

Öküzün gözü veya dananın kuyruğu
Kadifekale veya Sen nehri
Ha Sezai ha ping-pong masası
Ha ping-pong masası ha boş tüfek
Bir el işareti eyvallah ve tak tak
Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi
Ne kadar güzel ne kadar sıcak
Tak tak tak tak tak tak tak

İlk okuduğumdan bu yana rahat 30 yıl geçmiştir. Kaç defa okudum hatırlamıyorum. Çok da seviyorum ama yine de anlamakta zorlanıyorum. Bir şiiri sevmek ve anlamak arasında nasıl bir bağ var? dersen; insan sevmediği bir şeyi anlayamaz, derim. Neyse ki yapay zeka çıktı da, benim gibi zeki görünen safların işi kolaylaştı. Biraz biraz anlamaya başladık biz de şiirleri ve metrobüsleri.

Ne diyordum, bir adamın hayatının nasıl bir şey olduğunu, dramatik olayları anlatmanın kolaylığına kaçmadan anlatma isteği, diyordum. Benim hayatımda böyle bir şey işte. Biraz hayatımdan bahsetmiş oldum sana. Şimdi uyumalıyım.

* Unutmadan, bir de Bilader'i arayacağım. Ama esas oğlan gibi sona bıraktım onu. Bir şeylerin yerine oturmasını bekliyorum. Sabredebilirsem eğer, "Bilader, bu akşam gel de sana yemek yapayım" demek istiyorum. Sonuçta o da, dramatik ögelerin kolaylığına kaçmadan, bir adamın hayatının neye benzediğini, en iyi anlatanlardan biridir bu blog aleminde.

Meraklısına :


Gönderi görselleri ve aşağıdaki metin CahtGPT 4.0 tarafından hazırlanmıştır.

Özet

Sosyal hayatın çalkantıları içerisinde debelenen insanoğlu bu keşmekeşten bir çıkış yolu bulmak için değişik yollar arar. Şairler ise yaşamış oldukları mekânın ve zamanın kuşatılmışlığından şiir ile çıkmaya çalışırlar. Sıradan bir insanın idrakinden daha fazlasına sahip olan şair, karmaşık duyguları ve çetrefilli konuları anlatırken nesnelerin bellekte bir görünüm kazanması için imge, sembol, metafor ve diğer dil imkânlarını kullanır. Ancak Sezai Karakoç “imaj” için şiire karşıdır; ona göre “imaj” şiir için olmalıdır. Bir başka deyişle “imaj”, şiirde anlamın akışı, gelişimi ve açılımı için bir araç olarak kullanılması gereken bir mefhumdur. “İmaj” şiire tamamen egemen olursa şiir derinliğini yitirir ve gelecek nesillere bir miras bırakamaz.

Bu bağlamda Sezai Karakoç’un şiirsel dilinin yorumlanması ve imgesel dilinin şifrelerinin tespit edilmesi, söz konusu mirasın gelecek nesillere aktarılmasında önemli rol oynayacaktır. Bu çalışmada Sezai Karakoç’un Ping-Pong Masası şiirindeki metaforik unsurlar, imgeler ve söz sanatları incelenecektir. Bununla birlikte soyut ve imgesel dilin yoğun bir şekilde kullanıldığı bu şiirin dil özelliklerinden yola çıkılarak; Sezai Karakoç’un İkinci Yeni’yle bağı, benzer yönleri ve farklı yönleri ortaya konulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Sezai Karakoç, İkinci Yeni Şiiri, Ping-Pong Masası Şiiri, Metafor, İmge

1. Giriş

İkinci Yeni; birçok genç ve yetenekli şairin ortak bir manifesto ya da bildiri ortaya koymadan bir araya geldiği, benzerlerinden farklı ve orijinal şiirler verdiği devingen bir dönemi temsil eder. 1950’lerden sonra başlayan bu hareket, Birinci Yeni’nin gündelik dili şiire taşıyan anlayışına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İkinci Yeni şairleri, Batı şiirinden (sürrealizm, kübizm, empresyonizm) etkilenmiş, aynı zamanda II. Dünya Savaşı sonrası toplumsal değişim, kentleşme ve yabancılaşma gibi olguların da etkisiyle özgün bir poetika geliştirmişlerdir.

Bu süreçte İlhan Berk, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi şairler şiirin biçimsel ve anlamsal olarak soyutlaşması gerektiğini savunmuştur. Sezai Karakoç ise bu hareketin içinde görünmekle birlikte geleneğe olan sıkı bağlılığıyla diğerlerinden ayrılır. Onun “diriliş” ideali, İslam medeniyetinin yeniden yorumlanmasıdır. Bu yüzden Karakoç, hem İkinci Yeni’nin imge avcılığından yararlanmış hem de geleneği biçim ve içerikte sürdürerek farklı bir şiir anlayışı geliştirmiştir.

2. Dilin İfade Gücünü Artıran İki Kavram: Metafor ve İmge

2.1. Metafor

Metafor, mecaz anlamında kullanılan bir terimdir. Aristoteles’e göre “bir sözcüğe, kendi anlamının dışında başka bir anlam verilmesi”dir. Edebiyatta bir nesnenin başka bir nesne aracılığıyla anlaşılması için kullanılır. Metafor, şiirde soyut ve zor kavramları somutlaştırma aracıdır.

2.2. İmge

İmge; zihinde tasarlanan hayal, duyularla algılanan nesnenin bellekteki yansımasıdır. Modern şiirde imge, sözcüğün çağrışım gücüyle genişleyen yeni anlam alanıdır. Metafor ile imge karıştırılsa da imge daha geniş bir kavramdır; metafor imgenin türlerinden biridir.

3. Diriliş İdeali ve Şairin Zihniyeti

Karakoç’un düşünce dünyası “diriliş” ideali etrafında şekillenmiştir. Ona göre diriliş, İslam medeniyetinin yeniden doğuşudur. Şairin poetikasında “imaj”, şiire egemen bir unsur değil, şiirin gelişimine hizmet eden bir araçtır. Bu nedenle Karakoç, imgelerin şiire tamamen hâkim olmasına karşı çıkar.

4. Ping-Pong Masası Şiirinin İncelenmesi

4.1. Şiirin Yapısı ve Özellikleri

Şiir 1955’te İstanbul Dergisi’nde yayımlanmış, 1959’da Körfez kitabına alınmıştır. Serbest ölçüyle yazılmıştır. Şiirde ping-pong oyunu, topun “tak tak” sesleri, file, masa ve oyuncular imgesel bir çerçeve oluşturur.

4.2. Art-anlam Alanları

Şiirden ilk okumada ping-pong oyunuyla muhtemelen ilk kez yüz yüze kalmış, çekingen, çaresiz âşık bir gencin sevdiği kadını masa tenisi oynarken seyrettiği ve onun gözünde kendisinin olsa olsa bir pingpong masası kadar öneminin olduğunu düşünerek hüzünlendiği sonucu çıkarılır. Hatta izlediği bu yaşam tarzına öykünen bir Anadolu genci izlenimi doğmaktadır. Fakat Sezai Karakoç’un sahip olduğu zihniyet; anıları, olaylara yaklaşma biçimi ve dünya görüşü de dikkate alınarak şiir okunduğunda bambaşka bir anlam ortaya çıkmaktadır. Peki, incelemesini yaptığımız bu şiir gerçekte ne anlatır? 

Yüzeyde bir masa tenisi oyunu betimlenir. Ancak oyunun ritmi, “varla yok arası” ifadesiyle birlikte metafizik bir sorgulamaya dönüşür. Şair, oyunu izlerken modern yaşamın cazibesi ile kendi inanç dünyası arasında kalır.

4.3. Metaforik ve İmgesel Unsurlar

Ping-pong masası: Dünya hayatının gelip geçiciliği.
Varla yok arası: Arafta kalmışlık, metafizik boyut.
Öküzün gözü, dananın kuyruğu: Mevlana’nın Mesnevi’sindeki “öküz” metaforuna göndermeler; nefsaniyet, cahillik, gaflet.
Kadifekale – Sen Nehri: Yerellik ve gelenek ile Batı modernitesi arasındaki tezat.
Boş tüfek: Dünya hayatının faydasızlığı.

Şiirdeki tekrarlar ve ironiler, şairin kendiyle hesaplaşmasını gösterir. Dünya bir oyun ve eğlence yeri olarak resmedilir; Kur’an’daki “dünya bir oyun ve oyalanmadır” vurgusuna atıf yapılır.

4.4. İçsel Yolculuk ve Diriliş

Şair, oyunu izlerken modern yaşamın cazibesine kapılma ihtimali ile kendi inançlarının sesini dinleme arasında gidip gelir. Sonunda dünyayı “boş bir tüfek” gibi değersiz bulur ve “diriliş” idealine yönelir. Böylece şiir, bireyin içsel uyanışını simgeler.

5. Sonuç

Ping-Pong Masası, ilk bakışta bir gençlik-aşk şiiri gibi görünse de, aslında dünya hayatının geçiciliğini ve hakikate yönelme ihtiyacını anlatır. İmgesel ve soyut diliyle İkinci Yeni’ye yaklaşır, fakat teması bakımından ondan ayrılır. 

Şiir, Karakoç’un “diriliş” idealiyle bütünleşmiş metaforik bir iç hesaplaşma metnidir.

Çok Meraklısına :

"Benim şiirim aşk, hürriyet, yaşayış ve ölüm gibi var olmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espriyi, irrasyonale ve absürde bulanmış Mutlak’ı zaptetmektir. Gittikçe şiirde bunu yapmak istiyor şiirim. Bunun için, başlangıçta sanat planımda görünüşte çok yakın bir noktadan çıktığım arkadaşlardan şiirim uzaklaşıyor. Ses ve biçim, motifler ve imajlarda, başlangıçta çok yakın olduğumuz şair arkadaşlardan gittikçe o biçimi dolduran ve o sesi fırlatan varoluşu idrak farkı yüzünden ayrılıyorum. Kişilik farkından. Ya da baştan beri olan bu farklılık gittikçe daha çok beliriyor."

Sezai Karakoç 
Edebiyat Yazıları II – Dişimizin Zarı. 
İstanbul, Diriliş Yayınları

25 Eylül 2025 Perşembe

Gece saat 3:41

The Night Porter (1974)

Beraber sinemaya gidiyoruz. Fuaye alanına giriyoruz. Sen yan yana oturmak istemiyorsun. Tamam, diyorum. Bir kaç koltuk uzağına oturuyorum. Filmi beklemeye başlıyoruz. Sonra bir adam geliyor. Sen eşyalarını alıp kalkıyorsun. Adamın yanına gidiyorsun. Giderken bana bakmıyorsun. Bir şey de demiyorsun. Sadece gidiyorsun. Sanki buraya onunla buluşmaya gelmiş gibi gidiyorsun. Ben oturduğum koltukta kalakalıyorum. Yerimden kalkamıyorum. Oturdukça, içime bir acı çöküyor. Yüreğime bir kıymık batıyor. Hiç bir şey yapamıyorum. Sadece oturuyorum. Acım artıyor. Dayanılmaz bir hal alıyor. Dayanamıyorum. Acıyla birlikte uyanıyorum.

Rüyanın ve uyanıklığın bir farkı kalmıyor. Acım devam ediyor. Karanlıkta boşluğa bakıyorum. Tekrar uyumam gerektiğini düşünüyorum. Uyuyamıyorum. Yenilgiyi kabul ediyorum. Kalkıp elimi yüzümü yıkıyorum. Kahve yapıp, bir sigara yakıyorum. Pencere kenarındaki, koltuklardan birine oturuyorum. Acımı da yanıma çağırıyorum. "Gel bakalım, otur şuraya" diyorum. Karşıma oturtuyorum. Gözlerinin içine bakarak, iki yetişkin gibi onunla konuşuyorum. "Sen Acı'sın, canımı acıtabilirsin. Ama artık böyle yapma, senden korkmuyorum" diyorum. Acım da benim gözlerimin içine bakıyor. Konuşmuyor, yerinden kıpırdamıyor. Sadece gözlerimin içine bakıyor. Biliyorum, o da benden korkmuyor. Bakışlarından anlıyorum.

202 numaralı oda bir anda kalabalıklaşıyor. Bizimkiler geliyor. Kahvem, sigaram, rüyam, kıymığım, acım, alt egom, üst egom, bilinçdışım, personam, gölgem, animam, nefsim, kalbim, ruhum, aklım, bedenim, tutkularım, çocukluğum, gençliğim, yaşlılığım, doğrularım, yanlışlarım, sevgilerim, sezgilerim, öfkelerim, gücüm, zayıflığım, günlerim, yıllarım ve ben; odada oturuyoruz. Sen yoksun. Gece saat 3:41

Gece resepsiyonisti gelip, "Beyler bu ne kalabalık?" derse; ne diyeceğim, bilmiyorum.